Michel Tournier’in “Cuma ya da Pasifik Arafı” Romanı Üzerine

İBRAHİM ALTUNCU

Michel Tournier

Michel Tournier

Dünyada yazılan ilk adasal anlatının Endülüslü İbn Tufeyl’in Hayy ibn Yakzan’ı (Esrar-ı Hikmet-i Meşrikî) olduğu ifade edilir. “Ruhun Uyanışı ya da Hayy ibn Yakzan’ın Olağanüstü Serüveni” adıyla günümüz Türkçesine (İlki 1923’te Babanzade Reşid tarafından Mihrab dergisinde) çevrilmiştir bu anlatı. İbn Tufeyl eserinde, doğanın ıssızlığı içindeki bir insanın kılavuzsuz olarak ilahi gerçekliklere ulaşmasını simgesel bir üslupla anlatır. Kâmil insana doğru yükselmenin bireysel bir çabayla da olabileceğini, evrendeki kozmik düzenin mutlak yaratıcının bütün sıfatlarıyla ve bilgisiyle tam bir uyum içinde bulunduğunu ortaya koymak ister. Roman kahramanı doğa içinde gözlem ve usavurma yoluyla adını koymadığı Tanrısal bir bilince erer. Yazar, yalnız bir insan için akıldan başka bir kılavuz olmayışını vurgulamak istemektedir. Ta ki ıssız adaya sufi meşrep Asal’ın gelişine kadar. Asal, Hayy’ı vahyin bilgisiyle karşılaştırır. Hayy görür ki kendi çabası sonucu vardığı bilgiyle, Tanrı kelâmı arasında fark yoktur. Yani gittiğimiz her yol yaratıcıya ulaşır ve biz her durumda yaratıcıyı bulabiliriz. Burada iki deneyimden, iki manevi dramadan söz edebiliriz. Hayy’ın görgül bilgisi ile Asal’ın verili ve vahye dayalı bilgisi.

Leibniz, Bacon, Spinoza gibi düşünürlerin dikkatinden kaçmaz İbn Tufeyl’in eseri. Leibniz eserin yazarını büyük hıristiyan filozofları ile karşılaştırır. Yayıncısına bu eseri mutlaka yayımlaması gerektiğinde ısrarcı davranan Spinoza ise eldeki bazı bulgulara göre Hayy ibn Yakzan’ın Batı’daki çevirmenlerinden biridir. Çevirir ve şöyle imzalar çevirisini: SDB, tersten okunduğunda Benedict De Spinoza…[*]

Edebiyat tarihi içinde Defoe’ninkiyle birlikte en ünlü iki örnek olarak adasal romanın zirvesindeki bu eserlerin oturduğu tahta Michel Tournier’in “Cuma ya da Pasifik Arafı” adlı romanını da pekala oturtabiliriz. Pek çok farklı yanı bulunsa da…

Benedict (Baruch) Spinoza

Benedict (Baruch) Spinoza

Tournier’in Cuma’sı birbiri içine geçkili birçok okumayı çağrıştırıyor zihne. Hem doğu-batı sorunsalı hem yalnızlığın psikolojisi… bir yanda efendinin, bir yanda kölenin zihni… Ali Akay Cuma’nın etnografik bir roman olarak okunabileceğini söylüyor, Deleuze ise kitaba yazdığı Sonsöz’de Cuma’nın “şaşırtıcı derecede komik bir serüven romanı” olduğunu belirtirken, roman üzerinde felsefi bir gezi yapmaktan da geri durmuyor.

Fırtına ardından karaya vuran Virginie’den sağ kurtularak adaya çıkan Robinson, burada mutlak yalnızlık, mutlak iktidar, mutlak düzen ve mutlak üretimin romantik monomanyaklığı içinde bir hayat kurar kendine. Zamanın ortadan kalktığı ve artık mutlak ben’in, tek ve mütehakkim öznenin varlığının imparatorluğunu ilan ettiği bir hayat. Tek oluşun bütün bir beden, akıl ve ruh üzerinde oluşturduğu “yapıntı iktidar psikolojisi”ne tanık oluruz. Adaya ayak basan Robinson’un ilk eylemi rastladığı ilk canlıyı öldürmektir. Savunma içgüdüsü?.. Hayatı yavaş yavaş ilkel elementlere dönüşmekte olan Robinson’un yalnızlığın derinliğinden kurtulmak ve nesnelerle çevrilmişliğin verdiği düzen duygusunun beri planındaki varoluşsal korkuyu üzerinden atmak için yaptığı ilk eylem ise “yazmak”tır: “O zaman, bir akbaba tüyünü uygun bir şekilde yontmak için hemen işe koyuldu ve bir defter yaprağına ilk kelimelerini çiziktirirken sevinçten ağlar gibi oldu. Birden içine gömülmüş olduğu o hayvanilik uçurumundan yarı yarıya kapatılmış ve düşünce âlemine geri dönmüş gibi geldi kendisine. Bunun için de şu kutsal eylemi gerçekleştirmişti: Yazmak.”

Romanda adadaki yalnızlığı bölen ve kurulu düzene hiçbir zaman eklemlenmemesine balıklama dalan Cuma’dır. Cuma, Robinson için kurulu düzene itaat edecek bir nesne gibi algılanır ilkin. Robinson’un ada üzerinde inşa ettiği mini-medeniyet bütün kurallarıyla, bütün durağanlık ve ağırbaşlılığı ve kendine özgü hızıyla Cumacıl bir saldırının tehditi altına girmeden önce, Robinson için yalnızlık kanıksandığından önemini yitirmiştir. Ama Cuma’nın varlığı Robinson’a yalnızlığını hatırlatacaktır.

Ben ve öteki arasında bocalayan Robinson için, Cuma neyi ifade eder? İtaatkâr bir köle, bir düzen işçisi, bir ada proleteri, ahmak ve serseri bir çocuk?.. Adanın kozmo-romantik düzeni içinde Robinson için Cuma, ilkin, bu düzeni tehdit eden biri gibi algılanır. Kutsal imparatorluğun Speranza adası valiliği görevini yürüten Robinson işte öteki’ni bulmuştur, “Yıllardır mükemmelleştirdiğim sisteme kölemi dahil etmek…” der. Onu eğitmek ve ada düzeni için hayırlı bir vatandaş, bir maraba yapmak için kolları sıvar. Günün birinde Cuma ada düzenini altüst edecek davranışlar sergilemeye başladığında, şaşırtıcı bir şey olur; Hegel’in efendisi, kölenin kendi varlığı için ne denli gerekli olduğunun bilincine erer. Bu bir noktada kendi bilincine ermesi demektir. Öteki’nin keşfi Ben’in keşfini de beraberinde getirir. Ya da ben’in silkinişini…

Robinson ve "öteki"

Robinson ve "öteki"

Crusoe’nin Robinson’u ilahi temellere dayalı bir yeryüzü monarşisinin temsilcisidir. Olumlanmış otoritenin, kralın hukuk düzeninin, nesneleri, bu arada Cuma’yı da hizaya getirişinin öyküsü. Tournier’in Robinson’u da işe böyle başlar, ama sonuç iktidar düzenlenişi için tam bir felakettir. Yazarın farklı bakışı, öyküyü tepetaklak eder ve tahakküm delisi Robinson Cuma’nın etki alanında onunla ikizleşir. Hegel’in efendisi şimdi kölenin “uçurulan kardeşi” haline gelmiştir: “Böylece, aynı zamanda eski otoritesini o kadar iyi destekleyen, o görkemli ve ataerkil görünümlü “Allah Baba” yönünü kaybetmişti. Böylece bir nesil daha gençleşmiş ve aynaya şöyle bir göz atınca artık kendi yüzüyle arkadaşınınki arasında -açıklanması oldukça kolay bir öykünme yoluyla- belirgin bir benzerlik olduğunu fark etmişti. Yıllar boyunca Cuma’nın hem efendisi hem de babası olmuştu. Birkaç gün içinde onun kardeşi haline gelivermişti -ve onun büyük kardeşi olduğundan da pek emin değildi-.” Ben ve öteki kavramları ayrışım bilgilerinden sıyrılırlar, artık çatışkısızlığın adasında, elementlerin aşkında, oluşun barışında bir aradadırlar.

“Hicret” karmaşık psikolojisi ile bize farklı ipuçları verir. Göç eden kişi geçmişini de mi geride bırakır? Gerçi Edward Said’e göre sürgün, hicrete zorlanmış kişi (entelektüel) geçmişinden ve sorunsalından asla kopmamalıdır. Fakat biz, ne Crusoe’nin, ne de Tournier’in Robinsonlarının geçmişleri hakkında fazlaca bilgilendirilmiyoruz, bu nedenle eylemlerindeki mantık paradigmasını batılılık eksenine oturtarak, batıdaki aklın itkilerine bağlayabiliriz. Oluşturdukları öznelliğin niteliğini salt adasal yalnız yaşantıda bulabiliyoruz.

Yine de ilginç bir ayrıntı olarak Tournier, Robinson’un adadaki psişik serüveninin başlıca portrelerinden biri olan annesinden söz eder. Anne ve baba heterodoks “Titreyen” Dostlar Derneği Quaker mezhebine mensuplar. Quakerler Tanrıya kılavuzsuz ulaşılabileceğini, bireyin iç deneyimleri ile manevi yükselişini tamamlayabileceğini savunurlar. Kilisenin, erkek-egemen ruhaniliğin, ilk günah sendromunun ve her türlü aracılığın reddine, İncil’in tahrif edilmiş Tanrı sözü olduğuna inanırlar. Quakerler barışçıllık ve insan sevgisi temelinde öğretilerini yaymışlar, bir mezhep olarak kabulleri uzun süre almış, Anglikan Kilisesine karşı oluşlarından dolayı takip edilmişlerse de bir süre sonra üzerlerindeki zulüm ve baskı sona ermiş, kendilerini kabul ettirerek düşüncelerini yaymaya başlamışlar. Daha sonra mezhebin iç çelişki ve bölünmelerle etkinliğini yitirdiğini biliyoruz. Saf haliyle Quakerler müslüman zihni ile şaşırtıcı paralellikler taşıyan bir akım. Bu noktadan baktığımızda, Robinson’un adaya geldiğinde sahip olduğu inançları ile Hayy ibn Yakzan’ın ebeveynsiz ada yaşantısındaki maneviliği arasında tuhaf bir koşutluk buluruz. İslâm tasavvufu diye adlandırılan özlük yolu ve bu özlük yolunun özellikle şimal cephesi varlığın yokluğa dalışıyla, yokluk iradesi yoluyla Hakk’ın idrakine yaklaşılabileceğini ortaya koyar. Tanrı kavranabilen bir varlık değildir, çünkü kendini yine kendi varlığı ile saran bir varlık akılla kavranamaz. Bu nedenle dinî ritüel manevi gelişimin küçük çaplı bir aracıdır. Tam ve gerçek anlamıyla ibadet (kulluk bilinci) ise insanla yaratıcısı arasındaki engelleri ortadan kaldırır. İzafilikten kurtuluş (Iskat-ı izâfat), her türlü bedensel otoriteye üstünlük sağlamak, nefsin yokluk ile terbiyesinin de ötesinde nefsin ve vücudun düzenlemelerinin yıkımı şimal sufilerinin takip ettikleri yöntemlerdendir. Mecburi hicrete uğrayan Robinson’u romanın kurgusallığından soyutlayarak düşündüğümüzde, o nasıl biriydi ki adaya ayak basar basmaz bir düzenin, bir uygarlığın inşasına girişti? Nesnel dünyanın bitimsiz inşası, hıristiyan zihninin nesneyi alımlama kipinin neliğinde, -modernizm içinde daha da yoğrularak günümüze intikal eden- duyguda ve edimde nesne üzerinde sapkın, fetişist bir metafizik yaratmıştır. Ortaçağ kilisesine karşı çıkan akıl, nesneyi kaplamına almak arzusundaki bir özneye doğru ilerler. Doğanın fatihleri mağrurane bir fiilin failidir. Bu fetih çabasıdır ki yüzlerce yıldır sömürgeciliği başımıza bela etmiştir. Ve modern emperyalizm değil midir ki, öteki’nin tutsak alınmışlığını, ben’in maddi ve manevi doyumu için har vurup harman savururcasına harcamaktadır?

Tournier’in romanı batıdaki aklı eleştirmektedir. Hatta bu eleştiriyi (Deleuze’yi andırırcasına) daha da ileri götürerek Tournier’in batının şematik, yoksaymacı ve sapkın zihniyle kafa bulduğu bile ifade edilebilir. Cuma’nın hem aklını hem de bedenini fethetmek için bedenin, aklın ve gitgide bütün bir hayatın işgaline uzanan Robinson şöyle der: “Var olmak, ne demek var olmak? Dışarıda olmak, sistere ex demek. Dışarıda olan var olur. İçeride olan var olmaz. Düşüncelerim, imgelerim, düşlerim var olamazlar. Eğer Speranza, yalnızca bir sezi demeti ise o var olmaktadır. Ve ben de yalnızca kendimden başkasına doğru kaçarak var olabilirim.” Romanın sonunda, adaya uğrayarak Robinson’un hayatında derin bir sürpriz yapacak olan yelkenliye gizlice binerek gider Cuma. Arzunun nesnesi gitmiştir. Nesnesiz kalan özne kendi sapkınlığına traji-komik biçimde itilerek terk edilir. Bu durum bir anlamda Cuma’ya tanrıyı ve ibadeti öğretmek isteyen Robinson’un karşılaştığı o kâfir ve alaycı kahkahalar gibidir. Varsayılan kul, sipariş edilmiş zihin, varsayılan tanrısını boşlukta bırakmıştır.

Modernizm ve modern devlet bir tahakküm teknolojisi üretmiştir ve Hegel’den miras aldığı efendi-köle diyalektiğinin ergen ve kötücül toplumlara dönük akış çizgilerini muhkem tutmakta ısrar etmekte, kalın ve siyah varoluş hattını terk etmemekte direnmektedir. İktisadi sistemin prangaları boynumuzdadır. İnsan karşı olduğuna inkılap ederek modern dünyanın hayal perdesinde siyah, çıplak ve şamara hazır damarlı kafalarıyla figürasyona devam ediyor. Hükümetler sadece dikte edilen iktisadi programları uygulamakla mükellef. Hayatımız bir finans-politiktir. Cebimiz sanki New York borsası, çalıştığımız kurumların sahibi sanki biziz. Bize acı çektirenler kahramanlarımız olmuş, efendilerimize arkadaşlarımız gibi bakıyoruz.

Robinson’un Cuma’sı için “kahraman” yoktur. Michel Tournier siyasi söylemini burada açığa vurmakta. Bizim ancak köleliğe layık bulacağımız insan hakikatlerimize, dayattığımız gerçekliğe ve onu zorladığımız düşüncelere kulak asmadığında ne yapacağız? Öteki’nin olmadığı bir dünyada halimiz nice olacak? Devlet organizması karşısında öteki olarak bizler neyi ifade ediyoruz?

Modern dünyanın güncel yaşantısında hepimizin avutulduğu tekno-kültürü, hayatımızdaki Disneyland’ı ya da evimizdeki Manş Tüneli’ni, bakın, Tournier’in şu satırlarıyla düşünelim bir de: “Robinson, ilkellerin bıçak, giysi ya da en fazla oyma kayık gibi adeta kendi ölçeklerinde olan insan yapımı nesnelere hayranlık duyduklarını gözlemleme fırsatını bulmuştu. Ama bu ölçeğin dışında her şey anlayışlarının dışına çıkıyor, bir saray ya da bir gemiyi doğanın bir ürünü, bir mağara ya da bir buzdağından daha fazla şaşırtıcı olmayan şeyler olarak düşünüyor, hayranlık filan duymaz oluyorlardı.”


[*] İbn Tufeyl, Ruhun Uyanışı ya da Hayy ibn Yakzan’ın Olağanüstü Serüveni, Çeviren: N. Ahmet Özalp, İnsan Yay., İstanbul, 1985, s. 21

Mustafa Atiker

Bir gün kendi hayatımı izlemek istedim. Küçük bir defter aldım ve ilk sayfasına vesikalık fotoğrafımı yapıştırdım. Diğer sayfaları atlanmak üzere okunacak bir roman olmalı, diye tasarlayarak başladım yazmaya. Adımı, soyadımı, annemi, babamı, nerede doğduğumu ve kimliğimle ilgili diğer bilgilerin yer aldığı giriş bölümünü bitirdiğimde üçüncü sınıfta olduğumu anımsıyorum. Kalbimin en utangaç köşesinde öğretmenim vardı. Bu yüzden göstermedim ona yazdıklarımı. Ama bir ikinci nedeni daha vardı bunun. Beni, en sevgili öğrencilerinden birini, sınıftan kovmuştu on dakikalığına. Bense kapıdan çıkıp eve gittim ve bir gün uğramadım okula. Adem’in cennetten kovulmasına benziyordu bu. Ama o şanslıydı. Bir kadınla inmişti yeryüzüne. Bense yalnız yürümüştüm eve kadar.

Dipnotlara alınamayacak bir ayrıntı daha: Neden kalbimin en utangaç köşesindeydi öğretmenim? Âşık falan mıydım bu genç insana? Hayır. Birinci sınıfta kara önlüklerimizi kuşanmış okumayı yazmayı söküyorduk. Aletlerimiz: Kurşunkalem, silgi, çizgili defter, kara tahta, beyaz kartonlara iri siyah harflerle yazılmış heceler/hece tablosu. Eminanım, – annem onu böyle çağırırdı- her gün yeni heceler getirirdi sınıfa. Biz de bu hecelerin resmini çizerdik defterlerimize. Örneğin, A-Lİ, AY-VA, A-TEŞ. A’dan başlayarak Z’ye kadar bir sürü resim.

Sınıf arkadaşlarımın tümü iki ay içinde bu resimleri hem çizmeyi hem de okumayı sökmüştü. Bense iyi bir resim çizici olarak kalmıştım aralarında. Bu resim tablosuna bakarak okumayı öğrenemediğimden Emine, epey zaman benim iyi resim çizme sanatımdan da kuşkulanacaktı. “Annen yazıyor bunları, değil mi Mustafa?”, derdi ara sıra. Bense heyecanlanır ve onun karşısında ne söyleyeceğimi bilemez, üzülürdüm. Öğretmenim bana güvenmiyordu. Ama haklıydı da. Önceleri karatahtadaki hece tablosunu, kargacık burgacık çizgilerle defterime geçirebiliyordum. Evde de yalnız başıma kaldığımda silip düzelterek okula getirdiğim yine bu harflerdi. Ancak işte ertesi gün de kara tahtada gördüğüm ve belki de okuyamadığım için büyük bir hayranlık içinde seyretmekle yetindiğim o hece tablosundaki resimleri, anında kopyalama işine gelince otururdum ettehiyyatüye. Onların karşısında telaşa kapıldığımdan, beyaz defterimde sağa sola bükülmüş irili ufaklı çizgi-lekeler oluşurdu. Boynumdaki ve cebimdeki silgiler var olsun! Annem, silgilerimi çok çabuk kaybettiğimden, birisini boynuma iple bağlamış ötekisini de önlüğümün sağ cebine içten dikmişti. Bir boynumdaki bir cebimdeki silgiye sarılıp büyük bir ciddiyetle defterimdeki lekeleri tam tahtada gördüğüme benzetmeye çalışırdım. Lekelerin bir köşesini dikleştirip diğer köşesini yuvarlaklaştırarak bir biçim çıkarmak. Ortaya bir şey koymak. Ama o bana benzemiyordu ki. Bundan çok hoşlanmıştım. Her neyse. Zamanla bu benzetme işinde de ustalaştığımı ve artık sınıfta da evdeki gibi iyi resimler çizmeye alıştığımı anımsıyorum. Öğretmenimin de bana. Bu okuyamayan ama iyi resim çizen çocuğa.

Okumak, biçimlerin içini çıkarıp ortaya koymak. Onu beceremiyordum ya. Olsun. Heceleri birbirine çarpıp bölemesem de onları bir bütün kabul edip gördüğümü anında çizebiliyordum. Daha doğrusu, bu okuma yazma alıştırmalarına, insanların -öğretmenimin ve sınıf arkadaşlarımın- gördüklerini bir bütün olarak benimseme çalışmasına alışmıştım. Bana böyle bir çalışma ve alıştırma içten içe aykırı gelse de. Madem onlar böyle yapıyorlar, neden olmasın? Eh işte benim bir eksikliğim ve tersliğim var herhalde, diyordum. Önemli olan da bu tersliğimin, eksikliğimin giderilmesiydi. Toplumdan ayrı düşmemeliydim. Herkes nasıl yazıyorsa ben de öyle yazmalıydım. Herkes nasıl okuyorsa ben de öyle. Herkes nasıl koşuyorsa ben de öyle. Herkes nasıl bir ağacın arkasına saklanıyorsa okulun bahçesinde, ben de öyle saklanmalıydım. Ağaçları, ağaç olarak kabul etmeliydim. Saklanmak için ağaç aramamalıydım. Elimde mantar tabancası.

Çetecilik oyununda herkes, bahçede gördüğü ilk ağacın arkasına saklanırdı. Ben de saklanmak isterdim. Büsbütün ağaçlara doğru koşardım. Ama ağaçlar bana bir bütün olarak gözükmediğinden kalıverirdim orta yerde. İlk vurulan, oyundan ilk çıkan hep ben olurdum.

Uzaktan bakılınca ağaçlar birbirine benzer görünse de -ki bu benzerlikten bütünlük doğuyordu- tıpkı hece tablosundaki harfler gibi. Yanına yaklaştığımda ayrı ayrı olduğunu fark ediyordum onların da. Sadece görünümlerinde, uzunluklarında, kısalıklarında, büyüklüklerinde, birbirine karşı duruşlarındaki uzaklıkta ve yakınlıkta mıydı bu ayrılık? Hayır, ağaçların çevresindeki konuklar da birbirinden ne kadar ayrıydı? Sözgelimi karıncalar. Her ağacın çevresinde başka karınca yuvaları ve kolonileri kurulmuştu. Bazen okulun bahçesine çıktığımda bir karıncanın peşine takılır ve onu yuvasına kadar izlerdim. Önemli olan karıncanın hangi ağaca değil, neden ille de o ağaca gittiğiydi. Nasıl mı seçiyordum o karıncayı diğer karıncaların arasında: Tebeşir tozuyla elbet.

İzlemek istediğim karıncanın üzerine biraz tebeşir tozu dökerdim. Biraz diyorum çünkü çok dökünce karınca yerinden bir daha kımıldayamıyordu. Bu kımıldayamama durumuna insanlar arasında ölüm dendiğini de daha sonra öğretmenimden öğrenecektim. Ben, o zamana kadar karıncaların inadından kımıldayamadığını, yani bilerek öyle durduğunu sanıyordum. Mahsusçuktan. Yalandan. Benimle oyun oynamak istiyorlardı da ondan belki kımıldayamıyorlardı yerlerinden. Beni oyalamak istiyorlardı. Biliyorlardı zil çalınca sınıfa girmek zorunda kalacağımı muzır şeyler. Oysa ben sınıfa geç kalıp da öğretmenimden azar işitmek ister miydim? Asla.

Öğretmenimi sevmez ama kıskanırdım da. Hem de nasıl! Her gün, ders bitimi sevdiği dört beş öğrencisiyle yan yana evinin kapısına kadar birlikte yürüyorduk ya. Onun yanı başında, en yakınında yürüyen ben olmak isterdim. Ama onun sevgisini kazanmak zorundaydınız, onun en yakınında olmayı özlüyorsanız eğer. Onun sevgisini kazanmanın da tek koşulu vardı: Onun istediği gibi olmak!

Önemli olan da buydu benim için: Onu sevmesem de sevgisini kazanmak. Ama onu sevmediğim halde neden onun yanında olmalıydım? Sınıfta gürültü çıkmasın diye. Öğretmenimin varlığı her kafadan bir ses çıkmasını engelliyordu. Buna yıllar sonra büyük insanlar arasında ‘otorite bilinci’ dendiğini öğrenecektim. Sınıfta olduğu gibi toplumda da karışıklık çıkmasın diye bir öğretmenin, bir başka kural koyucunun, sözgelimi hukukun ilkelerine uyacak daha doğrusu katlanacaktım.

Bu katlanmanın sevgiye dönüştüğü yerler öğretmenimden ödül aldığım zamanlardı. Düzgün Türkçesi şu: Öğretmenimden ödül aldığımda bu katlanma duygusu, sevgi duygusuna dönüşüyordu. O, her şeyi bir bütün durumuyla kavradığım ve hiçbir şeyi diğerinden ayırt edemediğim yıllarda ‘duygu’ gibi bir sözcük de yabancıydı bana. Duygu ve başka sözcükler, anlamsızdı, pek bir şey söylemezdi. Çünkü dünyayı sözcüklere ayırmasını bilemiyordum. Gerçekte çocukluk bu demek: Gördüğü, bildiği, duyduğu her şeyi; bir doğayı, bir dünyayı, bir evreni bir bütün halinde kavrama düzeyi. Çocuksa: Her şeyi bir bütün halinde kavrayan varlık.

Yıllar sonra okudum: Schopenhauer’ın, Lord Byron’ın bir şiirini (Childe Harold, III, 72) yorumlarken söyledikleri aşağı yukarı aynı kapıya çıkıyordu. Her ne kadar iki ayrı yerde özne kurmak, oluş bütünlüğünü doğrudan tanımlamak anlamına gelmese de.

(…) Hayatın akışı içinde her iki özne de, alışıldık deyimle; kalp ve kafa gittikçe birbirinden ayrışır. Kişisel duygularımızla nesnel bilgilerimiz arasına kara kedi girer, yıllar geçtikçe öznel olanla (duyumsama) nesnel olanın (bilgi) arası açılır. Oysa çocukta her ikisi de birbiriyle kaynaşmış durumdadır. Çocuk kendini çevresinden soyutlamayı hemen hemen hiç bilemez, onunla kendinden geçer, aklı başından gider. Gençlikte algıladığımız her şey, neşe ve duyguyla sarmaş dolaş yürür. Byron’un o nefis anlatımıyla şöyle:

Ben kendi içimde yaşamasam da bir olurum
ben beni saran ne varsa ondan bir parça
tek bir duygu yüce dağlarla
[1]


[1] Schopenhauer, Arthur: Die Welt als Wille und Vorstellung I: Bnd. I, S. 316.: Diogenes: Zürich: 1977.

“Cendereler içinde burgaçlanan rüzgârın, tutunup saçlarına gökte dağılan adam… Ağdıkça kendi başına kül olup yağan… Külleri karıldıkça çılgınca yalazlanan… Matemi hüseyni, makamı hüzzam… Ziya Gökalp’te Kürtçe hayal kurarken suçüstü basılan adam… Müsekkin bir dua, mütebessim bir keder… Kendini uğurlayıp kendini karşılayan ve ölümü ömürlere yakıştıran hece hece gam… “Ey”in şairi Sıtkı Caney ve onun kaçgın yoldaşı, Ebuzeran!”

Sıtkı Caney’den devriye okurları için EBUZERAN…

EBUZERAN

bütün zamanların bütün devrimcilerine…

1. bismillah

bismillah aşk için
kan ve göğerçin
isyan ve şafak için
ey ins ve cin

ey bütün zamanların yazgısı muhteşem keder
ey bütün zamanları koynunda saklayan görünmez sabah
yine seni bekliyor rebeze’de ebuzer
bekliyor birbirini tevbe ve günah
aşk için bir zafer
aşk için bismillah

ey bütün zamanların gizlediği kuytu yer
kalbimiz daha kuytu yine de sığar Allah
bir aşk için duada şimdi bütün melekler
şiirin şafağında güller açar bismillah
zaman parçalanmadan
parçalanmadan gökler
yine isyan zamanı
yine sürgün ebuzer

ey bütün zamanların emeği buram buram ter
ey bütün zamanları hüznünde toplayan aşk izi çöller
birazdan yenilenir çağrısı şehitlerin
geçer ışık hızıyla atlıları bedir‘in
uhud’un hendek‘in huneyn’in aslanları
yol göster ey ebuzer ey şehadet anları

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi kıyam
şimdi aşk
şimdi secdedeyiz

ey hak intikam için yankılanan şiirler
ebuzeran yokluğun göğsüne güller taksın
ki tutsun karanlığın yakasından garipler
kuru ekmek ışısın binlerce ışık yaksın
allahuekber allahuekber

4. nehirler boyunca

ey bütün nehirlerin en kadim hikayesi
ey dicle ey fırat
Ey akan orduların sonsuzluk sesi
Bize selahaddin eyyubi’yi anlat
taşsın artık sulardan yüzyılların öfkesi
ey zülfikar ey şaha kalkan at
ey her şeyden vazgeçmenin büyük hevesi
bize imam ali‘yi anlat

birikti birikeceği kadar acılar ey hilalin ülkesi
kan nehir nehir can alev alev ve hüzün kat kat
ey aşkın ve özgürlüğün kölesi
İşte yaklaşıyor beklenen saat
ey ebuzeran
ey isyanın en delisi
İşte meydan
İşte sırat

ey bütün nehirlerin bildiği en eski dil
ey nil
yine çöllerdeyiz yine gece yine kandan bir ayaz
yeniden kalbimize eğil
ses versin seyyid kutub, ömer muhtar, malik el şahbaz
ses versin kafkasya’dan kartal şeyh şamil
ve savaş meydanında meleklerle saf saf son namaz
ey aşktan gelen kuşlar ey ebabil
artık canlarımız hiç bir zindana sığmaz
artık intikam vakti ey kardeşim habil

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi kıyam
şimdi aşk
şimdi secdedeyiz

şimdi sonsuz sabah öncesi bu son akşamda
kar yağar yağar kan akar akar yeni bir bahar olur
mekke’de kudüs’te bağdat’ta şam’da
aşk bir gün her yerde iktidar olur
yeniden buluşuruz mescidiaksa‘da beytülharam‘da
yetime yoksula iman yine yar olur
hayat var ey ebuzeran hak için intikamda
vur karanlığa şimdi Allah için vur

birazdan ta içimizde yağar yepyeni bir yağmur
ey bütün nehirlerin kıskandığı kevser ey tesnim
artık aşk için akan kanlarımız sana teslim
şafaktır birazdan nur içinde nur

durun selama durun bu son ordudur
ey şehadet ey iftar vakti sonsuzluk orucunun
“inna lillahi ve inna ileyhi raciun”

7. aşka yalnayak koşanlara

ey bütün zamanların en yalnayak koşusu
ey bütün zambakların kalbine akan kanlar
tutku bir uçurum dünya bir pusu
ey srebrenitsa’da gökyüzüne çıkanlar

aşk hep yalnayak
yürek isyanda yürek sımsıcak

ey uzakların acıya kanat çırpan kuşları
ey yanık ülkem ey kalbim ey zambak
ey sonsuzun yalnayak çıkılan yokuşları
şimdi bütün melekler yeniden ağlayacak

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi kıyam
şimdi aşk
şimdi secdedeyiz

korku hep gece
umut hep şafak
sarılsam ağlasam zambaklara delice
aşk kadar yakıcı aşk kadar boşnak
şehitler binlerce

dua dua isyan ve sağnak sağnak
hilalin sureti düşüyor suya
davran ey ebuzeran Allah sığınak
işte yeşil sancak işte aliya

ey aşka hep yalnayak koşanların ülkesi
ey gariplerin özlem acısındaki bosna
her yanda rahmet rahmet şehitlerin gölgesi
gökte yıldız yıldız esmaülhüsna

ey aşkın yemyeşil vadisi ey güzel bosna
ey drina ey sava ey neretva ey una
aksın artık yeniden aşka ırmaklarımız
aksın Allah’ı andıkça göz yaşlarımız

çünkü biz ağladıkça bütün ırmaklar akar
ışık saçar şehitler yeni bir temmuz olur
çocukların kalbinde yeni zambaklar açar
dualar ta yürekten dualar sonsuz olur

akar neretva drina akar
akar sava ve una akar
senin için bu akın ey rabbim
senin için bu akıncılar
artık bir yanımız zambaktır bir yanımız kan
artık her yanımız can içinde can
kahreyle zalimleri ey rabbim ve bizi aşk ile haşreyle
“cehennem açıldığı zaman
cennet yaklaştırıldığı zaman”

8. bu topraklar……

ey bütün zamanların sonsuz soluğu
ey diriliş vakti ey büyük doğu
ey bu toprakların isyan çocuğu
yine seni bekliyor şimdi istanbul
bekliyor sevdalı mümin ve yoksul

bekliyor haramda bir lokma helal
çığır ey yunus emre çığır pir sultan abdal
aşk kurban istiyor yürek haykırmak
bekliyor sakarya ve kızılırmak

bekliyor konya erzurum diyarbekir
ve yiğitler şehadet gününü bir bir
sabır dua dua aşk tekbir tekbir
ölüm burda şimdi bir düğün gibi
fatih‘in istanbul‘u fethettiği gün gibi

açar elbet birazdan o tek yolu son şafak
ve çürür hıncımızdan boynumuzdaki ipler
yakar durur yeniden içimizi hüsnü aşk
aşktan şiirler serper yeniden şeyh galipler

ey bu topraklarda güzelleşen güllerin öfkesi
ey sevmenin en sınırsızı en mertçesi
ey aşk ey uçsuz bucaksız deniz başkası hep masiva
anlatmaya yetmez seni hiçbir özgürlük efsanesi
ne nevroz ne ergenekon ne demirci kava
ey aşkın en türkçesi en arapçası en kürtçesi
ey bu toprakların mayası ey büyük dava

kaf dağının ardında
meleklerin yurdunda
yüzü ayın ondördünde
en güzelin elinde en güzel yakut
anlat öteleri anlat ey dede korkut
ey malazgirt ey şerevdin dağları
ey üsküp ey harput

anlat her seher vakti kapıyı çalan kimdir
her ay biraz mayıstır ağustostur ekimdir
ve yandıkça içimiz biraz sonsuz haziran
bu topraklar senindir senin ey ebuzeran

estir türkünü estir rüzgar sensin kime ne
aşktır sonsuz aşktır bu toprakların dini
dinle zikirde zaman balkanlardan yemene
imam şahı nakşibend, abdulkadir geylani
ahmedi hani
bu topraklar
imam rabbani

çağıldar bu topraklar gönülden bir bakışta
görünür yine aslı yanar bir daha kerem
bir gün çanakkale‘de bir gün sarıkamış‘ta
söner bir daha söner göğsümüzde cehennem

ey bütün zamanların çıldırtan gözyaşları
şimdi bir tek damlanla tufandır yüreğimiz
şimdi aşk şimdi kıyam şimdi fetih
şimdi secdedeyiz

şimdi bütün zamanların en son akını
bütün zamanların bütün inkar surlarına
çağır şimdi sana en yakını şahdamarından da yakını
“inna fetehna leke fethan mübina”

İBRAHİM ALTUNCU

Reşid Paşa’dan el-aman diyen padişah da bir gün Topkapı Sarayı’nın “Hırka-i Saadet” dairesinde, yapayalnız ağlaya ağlaya, peygamberden kalan eşyaya elini sürerek “Ya Muhammed, beni bu adamın elinden kurtar” diye dualar yapıyor.[i]

Uzun Sürmüş Bir Tanzimat Akşamı

Türk modernleşmesi devlet katlarından gelmiştir. Merkezden çevreye akseden bir olgudur. Çevrede ne kadar makes bulduğu ise şüpheli. Bir çeşit dragoman kültürü olarak gelişmiştir. “Terceme” odasında nur topu gibi bir Modern Türk Edebiyatı doğduğunu ileri sürenler malumu ilam ederler.

1730’da Patrona Nevşehirli’nin imbikten geçmiş fantastik âlemine itiraz edince bir devir başlamadan bitiverdi. Yeniçeri ile Saray arasında yabancılaşmanın da başlangıcıydı bu. İleride gelecek yöneticiler hep bu derin yabancılaşmanın doğurduğu sorunlarla uğraştılar. Âhir zamanda bu sıkıntıyı çözmek için hep modernleşmeyi deneyeceklerdi.

Ardından 1807’de Kabakçı Mustafa ile bu sefer kabak III. Selim’in başına patladı. Kellesine kılıç tutulan her yönetici daha da modernleşti. Bir bakıma modernleşme kılıçların gölgesinde gelişti.

Bu modernleşme hem kılıçların gölgesinde gelişti, hem de çoraptan önce ayakkabı giymek gibi gariplikleri de bünyesinde taşıyordu. Modernleşme devletin yeni kurumlar yaratması olarak algılandı. Yeni, merak uyandırıcı, ama içi boş kurumlar. İleride modern Türk skolastiğini kuracak olan kadrolar bu kurumların eseriydiler. Yeniçeriden kurtulmak için yeni bir ordu, kendi ortaçağından kurtulmak için yeni bir okul… 200 yıldır yeni kurumlar kurmakla iştigal ediliyor. İşin daha da acı tarafı Türkiye’nin gündeminin 200 yıldır aynı kelimelerle meşgul olmasıdır.

Çağdaşlaşmayı insan taleplerinin doğru algılandığı, insan odaklı bir süreç olarak kabul edemedik. Bu bize uymadı.

3 Kasım 1839’da Gözlüklü Reşid Gülhane Hattı Hümayunu’nu Sarayın böğrüne gül gibi sokunca Osmanlı küresel siyasi rekabetin ağır sonuçlarını göğüslemek ile karşı karşıya kaldı. Zaten haritada gerileyen devlet, artık içişlerini de Avrupa’nın çomağına açıyordu. O gün akşam eve sağ dönüp dönmeyeceği konusunda şüpheleri olan Gözlüklü Reşid, aslanlı meydanda binlerce kişiye irad ettiği ferman ile kanun devletini yüceltiyordu.

Tanzimat neyi tanzim etti? Zimmîlerin hukukunu, “gâvurun” müessesatını, kanun devletinin doğuşunu…

Artık padişahlara “Allah’tan evvel senden büyük kanun var!” denecekti. Şinasi gibi: “Bildirir haddini sultana senin kanunun”. Kanun devletiydik, ama bir türlü hukuk devleti olamadık. Halen de öyle değil mi?

Tanzimat neyi tanzim etti? Bir taassup edebiyatının doğuşunu…

Onlara göre elitler ilerici, Avrupai hayatın verimleri ise göz kamaştırıcıydı. Ziya Paşa’nın şu mısraları taassup ideologlarının dilinde pelesenk olmuştur ve hâlâ da öyledir:

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm
Dolaştım mülk-i İslâm’ı bütün viraneler gördüm

Paşa Ziya sosyal sorunlara, gelişmişlik düzeyine bakmıyor aslında. Kâşanelerin, köşklerin uygarlık, modernlik gibi algılanmasından ibaret bir şey bu. Tıpkı önce II. Mahmud gibi fesi ve sonra şapkayı çağdaşlaşma sanan erbab-ı inkılap gibi.

Uzun sürmüş bir Tanzimat akşamı yaşandı.

Aydın aydının kurdudur. Çünkü siyasa, felsefenin olmadığı bir düşünce âleminde günlük kavganın odağıdır. Aydınlar, ordu ve devlet bu modernleşme kavgasında birbirlerini yemekle meşgul oldular. Ama süren bu kavgada çadırın direğini kimse kırmaya yanaşmadı. Mutlaka ki o direk siyasi şehvetin varlık sebebiydi.

Tevfik Fikret, o büyük hırçın, o büyük terakki ideologu bile otoriteryan İttihatçılara yaşlı bilgeleri olarak İrtikap ve Tedenni çetesi diyecekti. Çünkü iktidarların doğası değişmez. Bizde doğan müzmin muhalif entelektüelin Ali Suavi ile birlikte önde gelen temsilcisi Fikret’tir. Büyük bir hayal kırıklığından, büyük bir öfke doğurmuştur. İşte Türk entelektüelinin gen haritasından bir görünüm:

Yakup Kadri Birinci Dünya Savaşının ikinci yılında bir Ada vapurunda yaşlı ve yorgun Fikret’e rast gelir. Yorgun muhalif, “Menhus harp” der, “Bu maceraperestlerin divanelikleri uğruna kan oluk oluk akıyor.”

Durdu ve gözlerinde tuhaf bir parıltı ile ilave etti: “Ümid ederim ki, çok sürmez bu. Yegâne tesellimi bu ümitte buluyorum. Dün Marne, bugün Verdun derken gelip kurtarırlar elbet…”

Kimler kimi kurtarır diye sormağa dilim varmadı. Bu bizim kuşağın, hayata ilk adımlarını attığından beri büyüklerinin ağzından işittiği bir söz, bir slogandı. “Bizim adam olacağımız yok. Düvel-i muazzamadan biri elimizden tutup medeniyet yoluna sokmadıkça.”[ii]

Yakup Kadri’nin bu hatırası aydınımızın psiko-patolojik dramasına en güzel örnektir. Bir acılı çağın sancılı çocuklarıydılar. Kavramları yerine oturmamış, içi dolmamış bir düşünce âlemi kurgulamaya çalıştılar. Kendi uzaylarında kendi düşünce uzamlarını oluşturamadılar. Bu ahval üzere “Cümhuriyet aydınlanmasına” da rehnüma oldular.

Şiir Dediğin Bir Tuhaf Tuluat

Bu ülkede şiiri düşünmek, şiirin hayatla, ortamla, felsefeyle ilişkisinin tutamaklarını ortaya koyabilmek; şiirin, edebiyatın filozofi ile kesiştiği ara bölgeleri; ne şiirin ne de filozofça düşünmenin artık bağımsızlaşamadığı ortak bir vulvada birbirlerine mahkûm olduğu o ânı yakalayabilmek, neredeyse imkânsız denebilecek kadar güçtür.

20. yüzyılın başında etkili devinimlerle gelişen militarize modernleşme deneyimi, ortak hafıza bozgunu ile birlikte, şairi de, şiiri de ölçüleri merkezden belirlenen giysileri kuşanmaya mecbur eder. Duygularıyla baş başadır entelektüel (şair), istikametini de ona göre çizmektedir.

Bu dönemde iktidarın ürettiği kültürel çevre, hemen her şeyin olduğu kadar, edebiyatın da çerçevesini belirler. Entelektüel, bu çevreden biri olarak, dayatılan çerçeveye uyum göstermekte pek de zorlanmaz. Bu inşa projesinin “üretilmiş entelektüeli” olarak “aydınlanmaya” katkıda bulunmalıdır. Bir düşünce geleneği içinden gelerek ve bu bilgi birikimini içselleştirerek değil, işgalden kurtulmuş bir halkın başında bulunanların isterlerine uygun yönde bilgi üreterek var olmayı seçmiş, bir anlamda seçmek zorunda bırakılmıştır.

20. yüzyılla birlikte ileri aşamalar kaydeden kapitalistik ahlak ve düşünüş biçimi, doğu toplumlarının belleğini Hegelyen tarih tasarımı gereğince derin izler bırakarak sarstı. Neredeyse 200 yıldan bu yana dimağlara tebelleş olan “muasır medeniyet/uygar dünya” söylemi, hepimizin işe yaramaz ilkeller olduğumuz dayatması, bir yandan Haçlının Akıncıdan aldığı intikamı simgelerken, bir yandan da batılıların dinmez iştihası karşısında doğuluların yıkımını ve dünyanın şekillendirildiği masada söz sahibi olması imkânsız hüküm kâtipliği rolüne layık görüldüğünü ortaya koydu.

Doğululaştırılmışlığın ideolojisi, batı karşısında, mağara istiaresindeki duvarın dibinde oturarak gölgeleri seyreden insanların haline benzemektedir. Kabaca şöyle denebilir: Gölgeler bizim hakikatimiz olmuştur. “Biz artık kendimizi o gölgeler âleminde kavrayabiliyoruz, eğer gölgeler âleminde boy gösterebilirsek kendimize var diyebiliriz” vargısı hem iktidarın doğasına, hem de toplumların belleğine kazınmış oldu. Ve yine böylelikle, kendine ait kaygular, düşünceler ve kendine özgü nitemlere sahip özne dünyasını kuramamak bir şekilde yazgı haline getirildi.

Kendi Toprağında Marko Polo…

Marko Polo… Batının efsanevi gezgini. Doğunun zenginliklerini batıya taşıyan İpek Yolunun şövalyesi. Cumhuriyet’in imal ettiği ilk dönem entelektüelini derin bir yabancılaşma ikliminin Marko Poloları sayabiliriz. İlginçtir, bu Markopololuğu silip süpürecek kıvılcım kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkar… Milli Şef’in saltanatında ve kanatları altında.

Çırakları hala ekmeğini yiyor

İnönü: Çırakları hala ekmeğini yiyor

Bir anlamda içe kapanmış oligarşik patronaj diye tanımlanabilecek İnönü rejimi ters yönde akıntıya tutularak kapitalizmin cazibe noktasına doğru kaymak zorunda kalacak ve 46 ruhu ile birlikte çevreden merkeze akan uluslararası finans sistemlerinin açık etkisi altındaki hükümetler dönemine girilecektir. İşte İkinci Yeni diye andığımız şiirsel oluşum, devlet şairlerini ve devlet edebiyatını süpürerek, geleceğe yeni tohumlar taşıma faaliyetine o sıralarda girişir. Şiirin Anadolu’dan İstanbul’a hurucu başlamak üzeredir.

Kemalist proje eğitim kurumlarını yaygınlaştırınca hiç de beklenmeyen bir şey olur. Bürokratik şiir, bürokrasinin şiir gemisi su almaya başlar ve 40’lı yılların şiiri batışa geçer. Köy Enstitüleri girişimi devletin “entelektüel” projesine toplumsal bir taban arayışı idi. Fakat sonuç naif ve hantal bir zekâya sahip, hep köylü ve köyün değerler sistemine bağlı kalacak olan prometeusçuluktur. Buradan daima gericilik edebiyatını ısıtıp pişirecek bir nesil doğar. Köy aydınından köy romanına uzanacak bir akımın neslidir bu. Bu nesilden de ülkeyi yenileyecek adımlar atması beklenmez. Bir anlamda Türk aydınlanması, Türk skolastiğidir artık.

Öte yandan eğitim seferberliği düşünce birikimlerini, yüksek sanat verimlerini Anadolu’ya taşımak zorunda kalır. Bu durum ise artık geri döndürülemez bir çizgi oluşturur. Bunu yaratılan ve yaygınlaştırılan bir enerji değil, filizlenen ve pıtraklar halinde yayılan, yoksul çocuklarının başını çektiği, çevreden merkeze doğru akımlar olarak nitelendirebiliriz. İkinci Yeni’nin sivil ve sıkı şairlerinden Ece Ayhan bunu şöylece belirler: “Bana baka; ‘İkinci Yeni’ (ben, ‘Sıkı Şiir’ diyorum şimdi buna; o başka, ya da ‘Sivil Şiir’) 1950’lerden sonra, Türkçede, taşradan gelmiş ve çok genç parasız yatılıların oluşturdukları hiç beklenmedik, garip bir biçimde de özgün, çağdaş, çağcıl ve önemli bir şiir ve bir düşünce ‘sıçraması’dır; yani 13/15 bir akım.”[iii]

    Bir "aydınlanma atılımı" olarak Köy Enstitüleri

Bir "aydınlanma atılımı" olarak Köy Enstitüleri

Milli Şef’in ideolojisine bağlı, aydınlanmacı bir kuşağın doğru dürüst okuyanın bile olmadığı bir dönemde baş tacı ederek eleştirmenlik kaftanını giydirdiği Ataç için bu şairlerin önemsenecek bir taraflarının olmaması doğaldır. Doğaldır Ataç’ın Cemal Süreya’ya küfretmesi.[iv] Çünkü merkezden çevreye yazmayan, üstelik parasız yatılı yetişmiş ve bir türlü Paris’e firar edememiş, sırmasız bu şairlerin yerleşik politikalara hem âlet olmayacakları açıktır, hem de âlet edilseler bile bir işe yaramayacakları. Şiir artık merkezin kontrolünden çıkma yolunda ilerlemektedir. Sistem liberalizasyon ile çözündükçe kendi açıklarını da oluşturmaya başlamıştır. Bu açıkları yamayacak zamana da sahip değildir. Şiir iktidarın gerilediği alanlara sızabilmekte ve kendi öznelliğini ortaya koymaktadır. Sistemin bu şairlere ve bu şiire duyduğu hınç günümüze taşarak sürmekte ve daha da süreceğe benziyor.

İkinci Yeni Fransız gerçeküstücülüğünden beslendiği kadar, bir süre sonra akışının su yolunu Galib’e dek geriye götürebilmiş, iktidar modellemesinin beri planında yer alan “iktidar güzellemesi”ne aldırmamış, sivil, cesur, kabına sığmayan bir tarih anlayışını, karşı-tarihin uzlaşmazlığını ortaya koyma çabası içinde olmuştur. En azından İkinci Yeni’den sonra şiir bu yola mecburi istikamet kabilinden girer. Ve salt bu bile bütün Türk şiir tarihinde en önemli yol ayrımlarından biridir. Çünkü tekilleşen şair öznelliği daha ayrıksı inisiyatiflerin, merkezin çekiminden uzakta yeni oluşumların, daha bireysel eğilimlerin seslendirilmesidir artık. Şair düzenin vantrilokluğundan kendini azat eder, yeni bireyselliklerde, bir başka oluş biçiminde karar kılar. Kodlar ve verili bilgi bu şiirin umurunda değildir, bu şairin de…

“Şahane Sistem!”

“Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir”, der Adorno.[v] Şiir okurunun, yazarının, eleştirmeninin hep birlikte elele vererek ürettikleri yapıntı imgeler vardır. Edebiyat ortamında bu imgelere sıkça rastlıyoruz. Okurun zihnini besleyen ve onu politik davranış içinde, boyutları belirlenmiş ve yönlendirilmiş bir organizma sayan itkiler sistemine de, propaganda mühendislerince planlanmış yahut edebiyat keşişleri tarafından va’zedilmiş okuma ideolojisi olarak bakabiliriz. Her acıdan bir başka acı doğurma kolaycılığı, her yıkımın bir başka yıkımın müjdesini vermesi gerektiği anlayışı bir piyasa olgusu haline gelmiş ve zamanla kötülüklerin kaynağından okurun zihnini, hatta yazarın kalemini uzaklaştırmaya başlamıştır.

Cemal Süreya

Cemal Süreya

Trajedilere alışkın bir toplum; önceleri pazarlarda satılan ağlak, güncel, insan ilişkilerinin kaba ve anlaşılır taraflarını serimleyen, okuyucusunu-dinleyicisini özdeşleşme krizinde gerdikten sonra tuhaf bir boşalma haline sürükleyen halk tipi anlatı örnekleri olan destanları okuyarak, radyo soap-operaları olan arkası yarın’ları dinleyerek ve bugün görsel medya mecralarının tutsağı halinde gözleri televizyona çakılı bir esrime ayininin dervişliği rolünü üstlenerek yaşayan bir toplum, böyle bir edebiyat ortamını neredeyse hak ediyor diyesimiz geliyor. Piyasanın biçimlendirici gücü de bu çoğunluk olagelmiştir hep.

Bu noktada Cemal Süreya’dan okuduğumuz bir küçük kıssamız var:

Dünyaca ünlü modacı Christian Dior’un ilk mesleği makastarlıkmış. Dior kendi halinde yetenekli bir makastar olarak yaşarken ünlü kumaş fabrikatörü Pierre Boussac (nereden ve nasıl keşfettiği meçhul) onu çağırtarak, kendisini sahibi olduğu gazeteler aracılığıyla ve büyük bir prodüksiyon eşliğinde tanıtacağını ve kısa zamanda dünyanın en ünlü terzisi yapacağını söylemiş. Buna karşılık ondan sadece bir tek isteği varmış. Sonunda ünlü patron dediğini yapmış. Dior kısa zamanda dünyaca ünlü bir terzi olmuş ve Boussac’ın o tek isteğini yerine getirmiş: modada uzun etek devrini açmış. Tabii Boussac’ın fabrikaları da üretim ve satışlarını ikiye katlamışlar.[vi]

Bir okur topluluğunu biçimleyecek ideolojiler, simgeler ve fetişler bulmak zor olmasa gerek. Örnekse Nâzım Hikmet olayının göz yaşartıcı anlatısı… Daha yaşarken fetiş haline getirilir Nâzım Hikmet, kitapları basılamaz uzun süre, el altından okunur. Hapse girmesi, hapisten çıkması, yurt dışına gidişi, Moskova’daki sevgilileri, gurbette ölmesi, sonra iade-i itibar girişimleri, mezarının yurda getirilmesi için açılan kampanyalar… Evet, bütün bunlar şairin hayatının gerçekleridir. Ama bize anlatılan bu epopenin içinde şiire ilişkin bir yargıya, bir analize rastlayamıyoruz. Yine her zaman olduğu gibi spekülatif ortamda unutturulan ve yutturulan bir şey şiir. Her zaman taze kalmasına özen gösterilen ve sürekli ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirilen bu temcit pilavından bıkan bir okur da yoksa, demek ki piyasa, organizmasını yaşatacak imkâna sahiptir. Şunu görüyoruz ki Adorno’nun değindiği hastalık, bu ülkede bir kurnazlık, yayın piyasasının ve ideolojilerin kurtlarınca sergilenen bir bölüşüm savaşıdır artık.

Sözümüzün aslına gelirsek, Türk edebiyatı bir duygu ortalamasının etkinlik alanı haline gelmiştir. Sömürüye açık duygu ortalaması, her yaştan, her kesimden insanı merkezine alan bir kültür çapraşmasını Türkiye’nin vasatı kılmıştır. Her şeyin özünden koparılarak köleleştirilmesi, metalaştırılması, hiçbir kıymeti olmayan şeylerin son derece kıymetliymiş gibi gösterilmesi duygu simsarlarının uydurduğu bir yalan ve sadece onların işine gelen bir düzendir.

1950’lerden bu yana olumlu ya da olumsuz yönde bir şeylerin değişmeye başladığı bu ülkede, bir yanda resmi şiir/edebiyat görüşünün tellalları, bir yanda piyasa düzeneğinin oyuncuları, bir yanda da yazmaya çalışan insanlar bu tuhaf tuluatın dekorunu tamamlıyorlar.

Modern Türk şiiri mi?.. Seversen Ali’yi değme yarama!


[i] İsmail Habib Sevük, Tanzimattanberi I Edebiyat Tarihi, Remzi Kitabevi, s.13, 1944

[ii] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim Yay., s. 229, 2000

[iii] Ece Ayhan, Şiirin Bir Altın Çağı, Yapı Kredi Yay., s. 15, 1993.

[iv] Muzaffer ilhan Erdost, İkinci Yeni Yazıları, Onur Yay., s. 70, 1997.

[v] Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, Metis Yay., s. 29, 1998.

[vi] Cemal Süreya, Şapkam Dolu Çiçekle, Yön Yay., s. 113, 1991.

İBRAHİM ALTUNCU

Günümüz şiiri için minyatür ne anlam ifade ediyor, kuşkusuz, bunu bilmiyoruz. Doğrusu bu ya, kimi şairler kurulu, verili dünyanın giderek ağırlaşan baskısı altında sendeliyor, sendeliyor, yalpalıyor ve çoğu kez yüz üstü kapaklanıyor. Kimileri de bu minyatürün saklı bir köşesinde bizim onu keşfetmemizi bekliyor.

Rasim Demirtaş giderek yeryüzü toprağının, kumulların altına çekilen, bir başka deyişle diyarı terk etmekte direnen bir şiir soyunun oğullarından. Bir zorlu, çetin, direngen, naif sülalenin yüzyıllar boyu çizegeldiği sonsuz evrensel minyatürün ücra köşesinde dokulara gizlenmiş, uyumlanmış, adeta sadece dilsiz bir alfabenin konuşucularının algılayabileceği tınıların sahibi.

Modern Türk şiiri için kurulu birçok evrensel modelden söz edebiliriz. Bu şiir dilinin kurguladığı evrenlerin bazıları millet için aşina, bazıları ise el kapısı gibi itici ve soğuk. Bu yazıda hiç de çoğunluk ortalamasının övgüsünü yapacak değilim. Zaten bu çoğunluğun arkasında durduğu algı ve duygu ortalaması değil mi, şiiri, kendine uzayda bir mekan arayışına iten şey?! Yani dünya şiir ırmağının halen en geniş deltasını oluşturan Türk şiiri de artık kendine uzayda yer arayacak duruma gelmişse vay halimize!

Ama, yine de milletin damarlarında nabız atışlarının yarattığı dalgaları koşturabilenlerle işimiz vardır.

Sonuçta ve her hal ve kârda bizim derdimiz bu şair, bu şiir olmalıdır. Yoksa ne Türk şiir tuluatının darülbedayisi, ne de goygoyculuğun direklerarası  umurumda olmamıştır, olmayacaktır da.

Millet demek, aynı zamanda gelenek demektir. Çoğu kez Türk muhafazakarlığının kitabında gelenek dediğimiz nesne politik hacimde gelişen dilsel, ırksal ve inançsal birlikteliği imler durur. Bunun dışındaki tanımlamaların irapta pek yeri yoktur. Millet demek gelenek demekse, gelenek milleti tanımlayan temel unsurlar arasında baş sıraya yerleşir. Pekala, gelenek dediğimizde kurumsallaşan örf, âdet ve saireyi mi kastetmiş oluyoruz? Hiç de değil. Gelenek evrenseldir. Gelenek milletin evrensel diğer unsurlarla arasında kurduğu bağdır aynı zamanda. Gelenek milletin kendi rengidir. Gökkuşağındaki yansımasıdır. Hareket kabiliyetidir.

Tanzimat güldürüsünden bu yana modern diye adlandırılan dönemlerde Türk şiiri bu gelenek ile bağını nasıl tanımladı ve nasıl ortaya koydu? İdeolojik mihverlerin birbirlerine karşı konuşlanan cephelerinde çınlayan kasatura şakırtılarından duyabildiyseniz eğer, gelenek ile bağımızı algılamak da mümkün olabilirdi. Gerçi bu gürültüye günümüzde âsâr-ı atika muamelesi yapılmakta ya! E, ben de bu işe pek sevinerek bakmaktayım.

Evet, soru şudur: Modern Türk şiiri gelenek ile bağıntısını nasıl algılıyor?

Bizim gelenek sandığımız Yahya Kemal ile billurlaşan sesi, ben gelenek bestesinde bir alt metin olarak algılamaktayım. O eski İstanbul’un övgüsünü, o akıncıların peşlerinde bıraktıkları tozları, o Mehlika Sultan’ı… Bunların hepsi bir nitelik taşıyor elbet ve hepsi kendince değerli, ama bana daha fazlası lazım. Ben şunu soruyorum, bir tarih algısına sahip miyiz? Bu sahip olduğumuzu varsaydığımız tarih algısının dünyaya diyebileceği ne var? Bu algı dünyayı yeniden şekillendirecek enerjiyi taşıyor mu?

Sonuçta hepimiz “doğululaştırılmış doğulularız”. Bir doğulu için aklın dışı diye tanımlanan her husus kutsalın sınırları içindedir. Zaten akıl dairesi diye bir şey de yok bizim için. Durun, hemen kızmayın, ben demiyorum, Avrupalılar söylüyor bunları. Biz de inanıyoruz. Onun içindir ki sanatın darülbedayisinden mezun ehlisanat için millet, değerleriyle ne kadar kötü çizilmişse, tuluatın direklerarasında da o denli akıl dışı tanımlanagelmiştir. Bana milleti nidüğüyle çepeçevre anlayan ve anlatan gerek. Buna bir anlamda minyatürün içinde dokulara nüfuz etmiş, derin devingen, suskulu, sustalı figürler, bir çeşit minyatür cinleri mi demek lazım?

İşte zurnamın giderek bozuk çalmaya başladığı bu noktada okurumun imdadına Rasim Demirtaş yetişiyor. Hem de “Çimenler Kudüs’ü”nden.

Demirtaş’ın Güneşli Gölge kitabının bana kalsa mottosu olacak Berlin şiirindeki dizesini tekrarlıyorum: nefret ederim “u” dönüşünden

Çünkü “götürmez bizi yeni maziye”

Bizim şiirimiz u dönüşlü geniş bir kavşaklar sistemine, bir yonca yapraklı trafik düzenine sahip. Kendi kurmacamızı böyle inşa ettik. Bir ilahi ceza gibi, yeniden, hep yeniden kat ediyoruz yolları. Sisiphos gibi taşı aşağı yuvarlayıp yukarı taşıyoruz yeniden. Siyasette de öyle değil mi?

Necip Fazıl’a “cemiyeti ve cemaati” anlatırken Türk sporu hakkında ne düşündüğünü sormuşlar. Cevap: “Haliç’in neresinden bir bardak su alsanız tahlili hep aynı çıkar.” E, şimdi biz şiirden sorsak kendi kendimize, cevabımız sizce ne olur?

Şiir mihverleri arasında Tanzimat güldürücüleri ile başlayan atışma geleneği teşrih masasında aynı bulguları içeren bir raporla yıkıldı gitti. Oh oldu.

Ama gene de bir eksiğimiz var, evet bu tahlil kardeşliği mazide gazi oldu ama biz doğruları bulabilmiş miyiz hâlâ şüpheli. Türk şiiri kendine yepyeni, terütaze bir yol çizebilmiş mi bilemiyoruz. Tartışmaya devam ediyoruz.

Rasim Demirtaş işte bu yeni yolun arayıcılarından. Bir yeni yolun, bir kavrayan, çevreleyen anlayışın iz sürücülerinden.

Ama öyle umutsuz ki bazen, şiirini gidip bir umut tepesine kurmak yerine, bir minyatürün içinde koşmayı tercih ediyor.

Kuma yazı yazan rüzgâra esir olur.

Kuma yazıyor, ama esareti asla kabul etmiyor. Rasim Demirtaş bir karşı çıkış geliştiriyor. Bir İstanbul kuruyor. Bir İstanbul minyatürü. Ve bu minyatürün içinde kendine gizil bir köşe seçiyor. “Üzüntüler Bizansı’ndan çıkıyor çimenler” ve yeni bir Kudüs muhasarası başlıyor. Sonra o çimenler kazanılmış Kudüs’ün altına seriliyor. Kentin modern hurdası arka planda bırakılıyor ve terk ediyor insanoğlu, o yalnız insanoğlu üstündeki kötücül zırhları.

Ama neden? Neden Demirtaş böylesine mutsuz ve umutsuz? “Zaten geçemezsin hisarın sularını”… Ey insanoğlu geçemezsin o suları… Ve… “kendimizi bir denizde bulmak, binlerce bir köpük gibi”.

Ve Düşünce Provaları şiirinde bariz bir şekilde kendini koyuverir şiir libasının telaları: “şinasi getirdi bize/yıldızlara/mikroskopla bakan düşünce/ve yayı/senfoniye ayarlı/sivrisinek kemanı…

Gerçekten de yıldızlara mikroskopla bakabilmeyi becerebilen bir kütleyi kırgın bakışlarla kesiyor Rasim Demirtaş. Kimi kez içe kapanıyor, minyatürün dehlizlerinde kayboluyor, kimi kez yeniden beliriyor: “yaşa! varol!/ bütün bunlar senden hep ey türk esneme;/getir bana ingiliz anahtarı’nı.

Rasim Demirtaş… Memleketin her köşesinde gizli bir isyanı örgütlemekle meşgul olduklarına inandığım halis şairin seçkin temsilcilerinden biri.

Sözün alaveresinden uzak, kükürt ve civanın peşinde seyriâlem eyleyen çağ tanıklarının ağrılı kafalarına karşı çığırıyorum, çıkın ortaya!

Denizlerle karaların savaşında kanla doğrulanlara sesleniyorum, Topkapı Sarayı’nın bahçelerinde uçurtmalarımız vardı kişneyip duran.

Ve… “kravat makası güneşten”, yürür durur “çimenler Kudüs’üne” insanoğlu her nisan, her yer isyan!

MUSTAFA ATİKER

Mihály Mukácsy – „Christus vor Pilatus“, 1881

Resim: Mihály Mukácsy-„Christus vor Pilatus“, 1881 (İsa, Pilatus’un huzurunda)

Bize ilk insanların mağaralarda yaşadığı öğretilmişti. Bu görüş ne kadar tutarlı? Somut bulgulara mı dayanıyor? Doğru bir karşılık bulmak zor. Çünkü soru, milyonlarca yıl öncesine ait bir öngörü. Bugün için bilinmesi olanaksıza yakın ya da tam ve kesin bir yargıya varamıyoruz bu konuda. Ama niçin bu kadar önemli ilk insanların mağarada yaşaması? İlle de neden mağaradan başlatılıyor insan hayatı? Kurcalayalım. Anlayacağız. Bu öngörüye temel oluşturan olgu. İlk hıristiyanlık tarihi. Roma İmparatorluğu’nun takibatı, korkunç işkence ve katliamları, hıristiyan cemaatlerini gizli bir yeraltı örgütüne dönüştürecekti. Bu örgüt üyeleri de genellikle mağaralarda yaşardı. Daha doğrusu mağaralarda yaşamak zorunda kalmıştı. Üç yüz yıl sürmüştür bu durum. işte bu dünyanın en büyük yeraltı örgütü, sonradan, kilise adını alır. Sonra derken, Sezar Konstantin’in hıristiyanlığı resmen tanımasından sonra (M.S. 313). Sezar Konstantin başkanlığı ve yönetiminde İznik’te bir araya gelir örgüt yöneticileri, bir başka deyişle yeryüzüne çıkar (M.S. 325).

Hıristiyanlığın ik dönemi, insanlığın ilk dönemiyse, ilk insanlık da ilk hıristiyanlık demekse ilk insan mağaradan yola çıkmak zorunda. Bu mağara-insan konusuna eski yunanca metinlerde de rastlanır. Sözgelimi Platon’un Sokrat’tan aktardığı bir konuşmada. Ancak bu ve buna benzer mağara-insan ilişkisinin bir benzeti olduğu da açık. Benzetiler/mecazlar da bir sözle bir çok şeyi anlatmak için kullanılan söz sanatlarından. Eski Yunan ve Latin dünyasında hiç kimse ilk insanın mağarada yaşadığını söylememiştir. Çok daha sonra, 18. yüzyıldadır bu türlü bir öngörünün salt hıristiyanlık değil tüm dünya tarihine bir başlangıç noktası olarak sokulması. Özellikle Fransız Aydınlanma Edebiyatı’nda, Ortaçağ’ın, karanlık çağı anıştırması da yine bu “mağaradan çıkış” öngörüsüne göbekten bağlı. Aydınlanma Çağı: Zeitalter der Aufklaerung/Age of Enlightenment/Siècle des Lumières gibi bir adlandırmaların kendisi de.

Üç yüzyıllık mağara geçmişiyle yeryüzüne zor uyum sağlamıştır Hıristiyanlık. Uyumsuzluk bugün de sürüyor. Şöyle denebilir ileride: “Gökyüzünde yeni bir gezegen arayışı biraz da bu yüzden. Belki taşınırız da kurtuluruz bu yeryüzünden. Pek rahat edememedik biz orada. Atalarımız yeryüzünü bir mağara zannederek yaşadılar, bize de gökyüzü kaldı. Yeryüzünde gökyüzündeymişçesine yaşadık ama olmadı. Görüyorsunuz uzayda yeni bir gezegen bulduk. Oraya taşındık.” Güle güle. Uğurlar olsun herkese. Ben de bu konuda umutluyum. Dilerim yeni bir gezegen bulunup hıristiyanlık oraya taşınır. Yoksa bütün dinler ve toplumlar yakında sürekli savaş tehdidi altında, mağaralarda yaşamağa başlayacağız. Yer altında sığınak kazmakla geçecek ömrümüz. Belki de kendi mezarlarımızı kazacağız. Aydınlanmış hıristiyanlık da bu işten pek kazançlı çıkacağa benzemiyor. Yeniden kilisenin eline düşmek var. Bence kaçınılmaz bir son bu. Yüzlerce yıllık deneyimiyle kilise, mağarada yaşama koşullarını ve bu koşullar içinde nasıl en iyi yaşanabileceğini bilen büyük bir örgüt yeryüzünde. Yeryüzüne çıkıldığında yine bir karışıklık yaşanacak. Ama olsun. Diğer dinler de en azından mağaradan çıkmış olacak. Ortaçağlaşacak. Aydınlanacak.

MUSTAFA ATİKER

İnsanları biçimleyen kültürler farklı olabilir. Ancak bu “farklılık”tan yola çıkarak kültürlerin uzlaşılmaz karşıtlıklardan oluştuğunu söylemek bizi kültür faşizmine götürecektir. Örneğin bir ırkın diğerine üstünlüğü kuramının İkinci Dünya Savaşıyla birlikte uygulama alanında geçersizliği kanıtlanmıştır. Bügün ırkçılık her fırsatta lanetlenmektedir. Ancak bugün daha büyük ve moda deyimiyle “global/küresel” bir tehlikeyle karşı karşıyayız: Avrupa kültürünün diğer kültürlere üstünlüğü düşüncesi. Bir kültürün başka kültürler karşısında üstünlük iddiası da ırkçılıkla aynı kapıya çıkar. Ancak bu kez biçimsel bir değişiklikle ırk yerine kültür geçmiş, ancak iddianın içeriğindeki temel anlam değişmemiştir. Üstelik eskiden bir ırkın diğerlerine egemenliği savunulurken bugün alan farklı ırkları da içine alacak biçimde genişletilmektedir.

hitler1.jpgSiz Amerika’da herhangi bir kimsenin “Wir sind Europeaer” (Biz Avrupalıyız) dediğini duydunuz mu? Üstelik Amerika da Avrupa kültürünün bir parçasıdır. Ama burada sıkça işitilen bu cümle aslında çoğulcu kültüre karşı samimiyetsizliğin de en temel göstergesidir. Alman kültürü yerine geçirilen bu tarihsel abartı “Leitkultur”un Avrupa olduğunu belirtmektedir. Ancak yine aynı tarihsel abartı Almanya’nın Avrupa kültürünün bir parçası değil de tek başına bütününü temsil etmek istediği gibi bir kanıya yol açıyor. Dün Almanya’da, belirli bir grubun önderliğinde, bu tek başına bütünü belirlemek tutkusu, faşist ideolojiye dönüşmüşse, bugün de Leitkultur adı altında Avrupa kültürünün içinde ve dışında yer alan diğerlerine karşı aynı ideolojik dönüşüme mental/zihni temel oluşturmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Dahası bu tanımlama “diğerleri” ayracıyla tanımlanan kültürleri, sözgelimi İslam kültürünü her zaman karşıtı görme alışkanlığını da sürdürmeğe neden olabilir.

Almanya’da İslam’ı benimsemiş Almanlar/mühtediler ya da İslam toplumunun herhangi bir parçası durumundaki göç kuşakları, düşünsel evrilmelerinin başına “biz Avrupalı müslümanlarız” lafını eklediğinde iş bitmiş demektir aslında. Yani romantik kültür ırkçılığı bizim aramızda da hortlatılmış ve inananlar Asyalı, Afrikalı, Avrupalı biçiminde bölündüğünden ırkçı düşüncenin düşünsel kalıplarıyla konuşmuş olacağız. Bu, Arap İslamı, Türk İslamı, Fars İslamı gibi deyimlerin, Asyalı müslüman, Afrikalı müslüman, Avrupalı müslüman deyimleriyle yer değiştirmesi demektir. Oysa tıpkı herhangi bir ırka üstünlük atfedip, onu öne alıp putlaştırmak gibi bu ya da şu coğrafya parçasına öncelik atfetmek de bir hastalıktır. Çünkü bizim “aidiyetimizi” konumlandırdığımız/ikame ettiğimiz yer en başta ve en sonda insani değil ilahi bağlamdır. Soy ya da coğrafya bu bağlam içine yerleştirilmesi gereken bir öğe/unsur.Yıllardan beri her fırsatta İslam’a Arap kültürü deyip tepinenlerin havasına uyarak Avrupa İslamı gibi bir anlayış aramak, kurtuluşumuzu da doğrudan Avrupalı olmakta aramak gibi yanlış bir kabullenmeyi de birlikte getirecektir. Oysa asıl sorun her yerde üstün olana (Avrupa) teslimiyet değildir. “Avrupalı ol, kurtul” mantığı acziyetin, şaşkınlığın, aşırı salak ve asalak bir aklın ifadesidir. Bu akıl Osmanlı Devletinin çöküşünden bu yana zaten İslam toplumlarına egemen resmi ideolojilerin asıl tezidir.

Asıl sorun bu tarzda; verbal/sözel/şifahi anlamda Avrupalılaşmak değil, bugün ortak olduğu varsayılan bir kültürü anlamaktır. Bir başka deyişle Avrupa’nın ortak bir kültür üslûbunun varlığı da tartışmalıdır. Biz öncelikle bize benimsetilen ve kendimize ait olmayan doğrulardan kurtulmalıyız. Sözgelimi Osmanlı, Avrupa kültürü derken Fransa’yı alımlamıştır. Bu yüzden o dönemin aydınları Fransızca bilir. Günümüzde Amerika, Fransa’nın yerine geçtiğinden herkes İngilizce’yi tek seçenek olarak görüyor. Yine aydınlarımız o dönemde Avrupa’yı Fransızca’dan bugün de İngilizce’den okuyor. Ancak bu okumaların hiç birisi dün olduğu gibi, bugün de bizi kıyı ülke ve kıyı insan konumunda bırakmaktan kurtaramıyor. Çünkü geçmişte Fransa’ya, bugün Amerika’ya yönelişimiz aslında siyasi bir tercihtir. Oysa kültürün kendisi siyasi bir tercih değildir. Daha derinde, siyasi tercihlerini kendi oluşturduğu inanç sisteminden çıkaran bir dünya görüşüdür.

Editörün Notu: Bu yazı 2000 yılında Almanya’da doğan Leitkultur tartışmaları dolayısıyla yazılmıştır.

marx

MUSTAFA ATİKER

Doğubilim: Şarkiyât/Orientalistik/Orientalism, Hıristiyan Romantizminin temel kaynaklarından. İslam toplumlarını „Doğu” imgesi altında bütün bilinç formlarıyla birlikte: Sanat, ahlak, hukuk, tarih, dil, siyaset, ekonomi vb. araştırmak diye de daha genel bir tanımlamaya çıkılabilir. Yeni Türk Edebiyatı da bu bağlamda doğrudan İslam bilgi ve bilinç formlarından türetilmiş ve tarihsel süreğiyle varolabilen toplumsal bir dönüşümün ötesinde değil bu tarafında kurulmuştur. Bu tarafa „Batı” diğer tarafa „Doğu” denebilir mi? Ya da geçmişimizi Doğu geleceğimizi Batı diyebileceğimiz bir oluş bütünü içinde -kuramsal ve uygulamalı bir harita çizerek- değerlendirebilir miyiz?

Genellikle böyle bir harita çizilebileceği görüşü yaygındır. Osmanlı devletinin çöküşü sonrasında yaşananlar da bu görüşü pekiştirmekten öteye gidemez. Dünün şark meselesi, bugünün İslam ülkeleri deyimi de bir zihniyet ayrımını imliyor. Bir yanda Amerika ve Avrupa „Batı” adı altında ortak bir bütünlüğün ilk kısmını, İslam ülkeleri de bu bütünlüğün ikinci kısmını. Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümle de bu ikili sınıflama daha bir belirginleşti. Türklere verilen görev de aşağı yukarı eskisi gibi. Doğu’ya örnek olmak. Biz bu bağlamda ya Türkleri birleştiririz ya da Müslümanları. Bizim aramızdan hiç kimse bugüne kadar, Osmanlı dışında, Batı’yı birleştirmek sevdasına kapılmadı. Doğu halklarını birleştiririz biz… Biz Asyalıyızdır da… Hani Karl Marx bile ayraç açmış. Özel bir yerde değerlendirmiş biz Asyalıları yani Doğuluları: Asya Tipi Üretim Tarzı.

Karl Marx bir doğubilimci değildir. Arapça, Farsça ya da Osmanlı Türkçesini öğrenmek gibi bir çabası da hiç olmadı. İleri yaşlarda Rusça’ya merak saldığını biliyoruz. O da Puşkin’i özgün metinlerinden okuyabilmek için. Alman idealizminin dört ortak özelliği belirgin Marx’da da.1- Şiir tutkusu. 2- Avrupa’yı bir bütün olarak görmek. 3- Hümanizm 4-Romantizm.

Geçmişte Alman filozofları iyi şiir okuyucusuydu. Sözgelimi Schopenhauer, İngiliz ve Fransız edebiyatından işine gelen şiirleri cımbızla ayıklar gibi seçerek düşüncelerini açımlamakta kullanmıştır. Nietzsche, felsefede Schopenhauer’ın çırağıdır. Ustasını geçtiği tek yer, oluşturduğu düşünce üslûbu. Felsefenin kaynaklarını edebiyatla açıklayan ilk ve son düşünür. Heidegger, René Char’ı yorumlamıştır. İncil yorumlama bilimini edebiyata uygulayınca yeni bir eleştiri yöntemi ortaya çıkar: Hermeneutik yani bizdeki karşılığıyla tefsir: Kur’an yorumlama bilimi. Kısaca, Marx’ın şiire merakı diğerlerinin yanında çok masumca.

İnsan ne zaman olgunlaşır? Yunan ve Latin Edebiyatı okuyunca. Çünkü insanlığın olgunluk çağı, Yunan-Roma (M.Ö 500-M.S.500) dönemiyle başlar. Karl Marx da diğerleri gibi Yunanca ve Latince eser okuyarak olgunlaşmıştır. Düşünsel dayanaklarının temeli, Yunan-Roma döneminde sorunsallaştırılır. Bir anlamda buna, “tarihsel yoğaltım yöntemi” de denebilir. Bu bağlamda „Tarih, ideal devlete ilerleyiştir. (Kant)”; „Tarih, dünya mahkemesidir. (Schiller)”; Tarih, tam yol ilerleyen ahlaktır. (Marx)

Karl Marx’a göre tarih, ezenlerin ve ezilenlerin öyküsüdür. İncil’se hep ezilenlerin acı çekenlerin öyküleriyle dolu. Ezenleri, acı çektirtenleri de anlattığı için Leibniz’den çok daha başarılı. Leibniz, Teodizee/Adl-i İlahi başlığı altında yalnızca “Niye acı çekiyoruz?”u sorgulayabilmiştir.

Hümanizm derken, Hıristiyanlık genellikle bağlam dışında bırakılır. Oysa hümanizmin kaynağı Hıristiyanlığın kendisidir. Yunan ve Roma dönemine dönüş Hıristiyanlığın çizdiği büyük bir metinde yarım kalmış cümleleri ya da boşlukları doldurma girişimidir. İncil’de „Tanrı, insan oldu” der ve Tanrı’nın bu dünyada nasıl olduğunu anlatır. Hümanizm Hegel’in deyimiyle tersine bir oluştur ve „İnsan, Tanrı oldu” der ve bu oluşun koşullarını „Tarih” başlığı altında kuramsallaştırır. Bu bağlamda N. Fazıl Kısakürek’in „Yunan felsefesi, Roma hukuku, Hıristiyan ahlakı” Batı’nın temellerini değil, yalnızca hümanizmin temellerini tanımlamak için kullanılabilir. Osmanlının çöküşüyle birlikte önerilen çözümler de bu anlamda bir fikir siyasetidir. Bu fikir siyasetleri, Doğu başlığı altında Batı’yı tersinden tanımlama ve alımlama hareketidir.

Hümanizm, tarihi oluşu tanımlarken Tanrı’nın yerine insanı geçirmiştir ve insanî oluşu anlatmaktadır ama acı çeken İsa, Tanrı-insan imgesinden Tanrı’yı atarak. Ortaya da romantik tarih görüşü çıkmış ve oluşturduğu yeni imgeye deha adını vermiştir. Bunun pratik yararı da Hıristiyan olmayan dehalardan boşlukları doldururken yararlanmak. Sözgelimi Buda, Hz. Muhammed, Firdevsi ve benzeri kişilikler, dönemin Hıristiyan dünyasında ancak bu biçimde yer alabilirdi.

Tarih, acı çekerek olgunlaşan bir dehanın eseridir. Acı çekmesinin nedeni, maskeli olarak aramızda bulunmasıdır. Tanrı’nın insanın etine kemiğine bürünmesi, onu sonsuzluğun dışında sınırlandırmıştır. Hz. İsa’nın bu biçimde alımlanması, insanın hem kendi oluşunu hem de Tanrı oluşunu temellendirmektedir: Üstüninsan/Übermensch. Ancak Marx’a göre insanüstü olan insan değil toplumdur. İnsan oluşu da belirleyen bilinç (düşünce) değildir. Tam tersine bilinci belirleyen, toplumsal oluştur. İnsan iradesinin ( bilincinin ) bilgisi dışında, zorunlu üretim ilişkileri biçiminde ortaya çıkan toplumsal koşullara bağlıdır düşünce hayatının her türlü biçimi. Öyleyse biz inandıklarımızı uygulamıyoruz. Biz, toplumun inandıklarını uyguluyoruz. Düşünce hayatının her türlü biçimi; din, hukuk, felsefe, sanat ve benzeri alanların her biri, bize bir toplumun hangi ilkeler üstüne kurulduğunu gösterir: Überbau/Üstyapı. Bir temelin üstüne kurulmuş bina/yapı işte bu ilkelerin bütününe denir. Bir başka deyişle, toplum dediğimiz varlığın yüzüne geçirilmiş maske. Toplumun kendisi Basis/temeli oluşturur. Biz kendimize bakarken bir maskeye bakıyoruz. Toplum yüzüne geçirdiği maskeleri sıyırarak daha doğrusu yırtarak öz kimliğine kavuşur. Daha doğrusu ilk kimliğine, tanrısal masumiyetine geri döner. Devrim, bu geri dönüş için zorunlu maske yırtma işlemidir. Toplum, tanrısal masumiyetinde nasıldı? diye sormak hiç günah işlemeyen bir toplum var mıdır? sorusuyla eş anlamlı. İncil’e göre insanlık tarihi dünyada günahla, Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suçla başlar. Adem ve Havva, bu ilk topluluk suç işledikleri için yeryüzüne atılmıştır. Öyleyse dünya tarihi de suçlu oluşların tarihidir. Suç işlemeyen tarih dışıdır; adına Tanrı da, insan da deha da toplum da desek. Tanrı da bu dünyaya, insanların suçlarını yüklenmek için gelmiştir. Çarmıha gerilerek insanlığı tarihinin başlangıcı olan ilk suçtan kurtarmıştır ve gökyüzüne geri çekilerek tarih dışı kalmıştır.

Karl Marx da aynı söylenceyi, toplum ve üretim ilişkileri bağlamında açımlar. İlk toplum nasıl bir toplumdu? Ezen ve ezilenin olmadığı bir toplum. Az gelişmiş üretim araçlarına sahip olduğu için herkesin birbirine muhtaç olduğu ve birbirine sımsıkı bağlandığı bir toplum. Hayatta kalmak için ortak üretim ve ortak mülkiyet ön koşuluna bağlı bir toplum. Çıkar çatışmalarının, sınıf adı altında örgütlü insan birliklerine dönüşemediği bu toplum, tarih dışıdır. Asıl tarih, bir çatışmayla bir suçla, bu ilk toplumun ötesinde Yunan-Roma dönemindeki köleler ve efendiler, mülklüler ve mülksüzler olarak bölünen kullaşma toplumunda başlamıştır.

Eğer Marx “Ben, size İncil’i anlatıyorum” dese, kimse inanmazdı. “Ben, tarihi anlatıyorum” dediğinden tutarlı bulunmuştur. Ama bu tarih, İlk Hıristiyanlığın yayılma tarihidir. Hz. İsa’nın öğretisini benimseyenler de ne Yahudilerdir ne de Romalılar. Romalı köleler, bu geniş kitleler arasında yayılmıştır Hıristiyanlık. Romalı soylu yönetici sınıfla çatışanlar da bu kölelerdir. Soylu olamayanlar da zaten yönetici olamıyordu. Köleler, kendi aralarında örgütlü birlikler oluşturmuş ve bu her bir birliğe “commune/cemaat” adı verilmiştir. Hıristiyanlığın Asr-ı Saadet devridir. Her alanda yardımlaşma ve dayanışmaya bağlı, çıkar çatışmalarının güç birliğine dönüştüğü bu cemaatler, aralarına Romalıları da alıp büyüyecek ve Roma ileride Hıristiyanlaşacaktır. Karl Marx da sınıfsız toplum adı altında, bu ilk topluma dönüşü temellendiren öğretisine “Kommunismus/Cemaatçilik” adını verir.

Bugün Almanca ve Fransızca’da “Kommune/Commune” eski kullanım alanından pek uzaklaşmış da değil. Yerel yönetim, bir başka deyişle belediye ve belediye örgütü „Kommune/Commune” anlamında. Ünlü “Fransız Komün’ü/La Commune de Paris” de gerçi Paris Belediye Meclisi’nin, Paris varoşlarına kadar sokulmuş Almanya’ya ve Versailles’a kaçmış merkezi idareye karşı 72 günlük isyan ve direnişinin öyküsü.[i]

Marx için işçi sınıfının ilk ve özerk kıyamıdır Paris komünü. “Fransa’daki İç Savaş” yine Marx’ın aynı konuya ilişkin uzun irdelemelerini içerir ve Modern İşçi Hareketi’ni, Paris Komünü’yle temellendirmekte. Asıl soru : Modern İşçi Hareketleri’nin kökeninin nerede ve neyle? temellendirildiği. Tarihe ilişkin bu soruya da Engels «İlk Hıristiyanlığın/Asr-ı Saâdetin Tarihi Hakkında» (Zur Geschischte des Urchristentum ) adlı makalesinde tutarlı karşılıklar aramaktadır.

engels

Söz konusu makale 1894 yılında, «Yeni Zaman»/Die Neu Zeit adlı yayın organında 19 Haziran ve 16 Temmuz tarihleri arasında yayımlanmıştır. Makalenin ilk paragrafını olduğu gibi Türkçe’ye aktarıyorum:

«İlk Hıristiyanlığın/Asr-ı Saadet’in tarihi, Modern İşçi Hareketi’ne ilginç tutamak noktaları sunmaktadır. Hıristiyanlık, bunun gibi (Modern İşçi Hareketi gibi) kökeninde, baskı altına alınanların/ezilenlerin hareketidir: O ilk önce kölelerin ve azatlı kölelerin, yoksulların, hakları olmayanların (Engels’in kullandığı sözcük: Rechtlose. Roma Hukukundaki Servus sözcüğünü bu biçimde Almanca’ya aktarıyor. Servus, hukuki bağlamda hiç bir hakkı olmayan, bir eşya gibi algılanan, alınıp satılabilen köle insan anlamında), Roma tarafından ezilen ve parçalanan milletlerin (halkların: Völker) dini olarak ortaya çıkmıştır. Her ikisi, İşçi Sosyalizmi gibi Hıristiyanlık da ruhun, kulluk ve sefaletten kurtuluşunun/Erlösung yakın olduğunu vazetmektedir. Hıristiyanlık, bu ruh kurtuluşunu: Erlösung ölümden sonraki bir öteki taraftaki hayata, gökyüzünün içine, Sosyalizm bu dünyaya, toplumun yapısal değişikliğinin içine yerleştirir. Her ikisi de takibata uğramış, (kendisine karşı) kışkırtılmış, bağlıları dışlanmış, birinciler insan soyunun düşmanları, diğerleri imparatorluk düşmanları, din, aile ve toplumsal düzenin düşmanları olarak sıkıyönetim kanunları altına alınmış. Ancak işte bütün bu takibata rağmen, ki her ikisi de durdurulamaz bir biçimde, bu takibatla bir anlamda daha da güçlenerek zaferle ileriye doğru atılmaktadır. Hıristiyanlık, ortaya çıkışından üç yüz yıl sonra Roma Dünya İmparatorluğu’nun resmi/onaylanmış devlet dinidir ve Sosyalizm de daha atmış yılını bile doldurmadan kendisine, kesin zafer vadeden bir mevki fethetmiştir.»

Engels, makalesindeki üçüncü paragrafının son kısmını da şöyle bitirir:

(…) Ernest Renan daha «Zihninizde, İlk Hıristiyan cemaatlerinin nasıl oluştuğunu canlandırmak mı istiyorsunuz? Öyleyse Uluslararası İşçi Kuruluşu’nun yerel bir örgütüne bakınız» demeden önce, devrimci Fransız komünistleri, ad vermek gerekirse, Weitling ve yandaşları, kendilerini İlk Hıristiyanlığa/Asr-ı Saâdet’e dayandırır.”

Engels için asıl sorun, Hıristiyanlığın, Asrı Saâdet’teki özünden uzaklaştırılmasıydı. Söz konusu makalede de bu sorunu metinsel düzlemde tartışmaya açar ve ilginç örneklendirmelere giderek Sosyalizmin, dolayısıyla Hıristiyanlığın, Asr-ı Saâdet’teki toplum yapısına göre biçimlendirilmesi gerektiğini vurgular. Bu arada vahiy metinlerinin de tahrif edildiğini/bozulduğunu belirtir. Engels göre bugün Roma Katolik Kilisesi’nin benimsediği inanç ilkeleri, Asr-ı Saâdet Hıristiyanlığının inanç ilkeleriyle örtüşmez. Kabalacılık, mucize, simya ve her türlü batıl inancın karıştırıldığı bugünkü Hıristiyanlık, şarlatanlıktan başka bir şey değildir kısaca.

Engels, Sosyalizm’i tarih içinde İlk Hıristiyanlığa/Asr-ı Saâdet’e dönüş hareketi olarak açıkladığı makâlesinin birinci dip notunu da Hıristiyanlık ve İslam’ı karşılaştırmaya ayırır. Engels’e göre, Hıristiyan Batı’daki halk ayaklanmalarında dini örtüye bürünme, yalnızca eskimiş iktisadi düzene karşı saldırıda sancak ve maske olarak hizmet eder. Bu eski düzen sonunda yıkılır ve yerine yenisi gelir. Böylece dünya ileriye gider. Oysa, İslam’da böyle bir ileriye gidiş, doğası gereği olanaksızdır. Bir kere İslam, Doğululara özgü ve Araplara özel bir dindir. Bir tarafta göçebe bedeviler, diğer tarafta esnaf ve ticaretle uğraşan şehirliler vardır. Bedeviler yoksuldur, sefalet içinde yaşadıklarından ahlak kurallarına sımsıkı bağlıdır da. Hırs ve hasetle bakmaktadırlar şehirlilerin zenginliklerine ve yaşadığı zevklere. Bedeviler, bir peygamberin, bir mehdinin sancağı altında bu bozulmuşları terbiye etmek ve törensel kanunlara saygıyı sağlamak, gerçek imanı yeniden kurmak ve ödül olarak bozulmuşların servetini iç etmek için toplanırlar. Yüzyıllar sonra da doğal olarak bozulmuşların olduğu yerde, aynı yerde durmaktadır bedeviler: Yeni bir iman arınması gereklidir, yeni bir mehdi ortaya çıkar ve bu oyun yeni baştan oynanır.


[i] La Commune de Paris, du 26 mars 1871 jusçu’à la «semaine sanglante» (21 – 28 mai), désigne une période révolutionnaire à Paris, çui, contre le gouvernement, établit une organisation communiste comme chef de la ville. Dans plusieurs autres villes de France (Marseille, Lyon, Saint-Etienne, Toulouse, Narbonne, Grenoble, Limoges) des communes sont proclamées à partir du 3 mars 1871, mais elles seront toutes rapidement réprimées. Pour Karl Marx, c’est la première insurrection prolétarienne autonome. Yazının devamını oku »

MUSTAFA ATİKER

Şiir dışındaki bilgi biçimleri, eşya düzeni dediğimiz sürekliliğin bir parçasıdır. Çünkü varlık nedenleri olaysallığa dayanır. Daha açık bir deyişle “olay mantığı” denebilecek algılama biçimine. Bu dayanak, aynı zamanda içeriği oluşturan nesnel bağ konumundadır. Sözgelimi olaysız gazete düşünemeyiz. Hukukta olay vardır. Matematikteki, felsefedeki ve iktisattaki olaya problem diyoruz. Sosyoloji ve psikoloji de olayları inceler. Tarih de çözmek zorunda olduğu olaylar ve problemlerle uğraşır. Roman, öykü ve masal gibi anlatı türleri de.

Oysa şiiri, düzyazıdan ayıran nesnel bağ sözdür. Poetik olanın anlatım biçimini belirleyen de bu. Kısaca söz düzyazıda malzemedir. Şiirde olayın kendisini oluşturur. Çünkü şiirin içinde sözün kendi çerçevesinden başka olay yoktur. Olayı çerçeveleyendir o. Bugüne kadar şiiri düzyazıdan ayırdetme ölçüsü olarak öne sürülen imge ve kavram karşıtlığı bir yanılsama olmalı. Roman, öykü ya da masal kavramlarla mı yazılmaktadır? Öykü ya da roman ya da bir başka anlatı türü, şiirden daha mı az imge yüklü daha az mı imgeseldir? Dahası bir eserin imgesel olup olmaması görecedir. Kapalılığından ötürü bir felsefe ya da tasavvuf metni, matematikteki, fizikteki anlatımlar da imgesel bulunabilir. Bugünün kavramlarıyla yazılmış bilimsel bir eserin yarınki kuşaklarca imgesel bulunmayacağını kim söyleyebilir?

Varlıkta akıl değil şuur ortaktır. İnsan ve diğer varlıklar arasındaki dengeyi oluşturan bu ortak şuura, oluş sorunsalı/künfeyekûn sırrı da denir. Şaire göre sözün kendi hakikati vardır. Bu hakikati varlık ve yokluk âleminde insanların koyduğu sınır çizgisinin ötesine geçerek araştırır. İnsanlarsa eşyanın düzenini. Söz insanlara göre başlı başına bir hakikat değil, eşyanın düzenini ya da mutlak bir varlığı göstermek için araçtır. İşte kimya formülleri, hukuk terimleri, mantık kuralları ve benzeri. Şair için eşyanın düzeni söz hakikatinin çok küçük bir parçasıdır. Çünkü söz hakikatininin çıkış noktası şuurdur. “Şuur”un sözlük anlamı; kendiliğinden bilgi, duyum. Ona, kendiliğinden bilen insan anlamında şair denmiştir. Bu varlığı kendinden bildiği içindir.

Kendiliğinden bilgi, içe doğuş diğer insanlarda da vardır. Bu özdeki ortaklık nedeniyle şairin söylediğini diğer insanlar da görür. Herkes gördüğünü kendi format şuuruna göre tanımlar. Herkes bir ağaç görür ama anlat dendiğinde herkesin kafasındaki ağacın ayrı olabileceğini de anlarız. Bu yüzden şiir sözü türlü türlü yorumlanır. Format şuuruna “konu” da denir. Nasıl kuşlar ağacın şu ya da bu dalına konarlarsa insanlar da öyle. Sözün o tarafına bu tarafına yapışır. Konu diye gövdesine sarılanlar olduğu gibi bir konuya yani bir dala tutunanları da bulunur. Oysa şair, sözünde bir çok konuyu dile getirmiştir. Bir ağacın gürlüğünü, özgürlüğünü dallarının çokluğundan ve birbirinin içinden çıkarak bir “bütün varlık” olarak doğada durmasından anlarız. Söz de öyle. Bir sözde bir çok konu vardır. Çünkü bir söz bir insan için değil, var olabilecek her insan içindir. Gerçi format şuuru, yaşadığı ortamdaki zihniyetle kurduğu ilişkiyle “bu doğuştan veriliyi” nesnelliğe dönüştürmeğe yarar. Özde, şuur toplumsal değildir ama format şuurunun kendisi toplumsallaşan bir süreçtir. Tarihseldir. İşlevseldir. Birey ve çevresi arasındaki çeşitli süreklerden; -din, politika, ekonomi, hukuk ve benzeri- kurulmuştur. Bu kuruluş zorunlu bir bağdır. Daha açıkçası toplum ve birey arasındaki iletişimi oluşturan bu bağa “ufuk” da denebilir. Herkes bu ufuk çizgisine bakarak kendine ait olanı seçer ve ayırdeder. Bu türlü bir ‘şuur’a kimlik de denebilir.

Şairin sözünü yazması, çevresinin aktarım hacmine/yazılı geleneğine uyarlamasındandır. Bu, onun yazı yazması anlamına gelmez. Çünkü yazı ve yazar, olaysal mantığı kullanır. Kullanmak zorundadır da. Eşya düzeni ancak “olaysallık boyutuyla” kendini görünür kılar. Bir bilim adamının incelediği bir doğa olayı, bir avukatın baktığı dava, bir dedektifin izini sürdüğü olay, bir gazetecinin gündeme taşıdığı olay, bir tiyatroda sergilenen olay, bir filmde gördüğümüz olay ve olaylar dizisi, bizim günlük hayatımızın itibari gerçekliğini yeniden kurar. “Perspektif/bakış açısı” bu itibari gerçekliğin vurgusu ve asıl özelliğidir.

Şiirin bir perspektif bulma ya da bir perspektif kurma sorunsalı olarak algılanması yanıltıcıdır. Nasıl ağaca bir pencere açamazsak söze de öyle. Bunun tersini savunanlar edebiyatın temellerini değiştirmiştir. Ancak bugün, bu değişen temeller üzerinde yükselen şiir, yeni Cahiliye Edebiyatları türetmekten başka hiç bir işe yaramamıştır. Sorunu doğu şiiri, batı şiiri gibi soyut ve basmakalıp ayrımlarla örtbas etmek bugün olduğu gibi yarın da kimsenin işine yaramayacaktır. Çünkü iki yüzyılı aşkın bir süredir, şiir metinleri dönüp dolaşıp aynı şekilde -dil ve dönem farkı bir yana bırakılırsa- kurulmakta. Nasıl?

Türk şairleri, Namık Kemal’den bu yana bir konu birliği ilkesinden yola çıkar. Bu ilkeden bugüne dek anlaşılan da sözü bir olay çevresinde döndürmektir. Bir başka deyişle, Türk şiir dilinin gazetecilik diline yaslanması, sözün doğasında sürekli tek dallı ağaçların yeşermesini kolaylaştırmıştır. Oysa şiirin doğasına aykırıdır bu tutum. Şiirde sorun, konuya uygun sözcük aramaktan öte, şiire uygun sözcükler oluşturmaktır. Şiir bir perspektif ya da konu bulma değil, varolan bütün konu ve perspektifleri bir söz içinde toplama sanatıdır. Kuşkusuz yazarın bir konuyu işlemesi yazının doğasına uygundur. Çünkü dil, yazıda olaysallıkla kurulur. Üstelik yazarın işi bir ağaç oluşturmak değil, oluşmuş ağaçları izleyebileceği bir bakış açısı bulmaktır. Okuyucuya da olanı biteni kendi kurduğu bakış açısından göstermek, insanın ağaçla, dünyayla ve çevresiyle oluşturduğu ne varsa onu, kısaca olanı ve olayları irdeletmek. Poetik dilin henüz gazetecilik dilinden kopamaması, bu garip ağaçların yetişmesine bir süre daha elverişli bir ortam sağlayabilir. Ancak tek sorun “gazetecilik” ve bu gazetecilik mantığına öykünen dil sorunsalı da değil. Daha temelde bir başka sorun “Çöküş ve Çözülme” başlığı altında incelenebilir.

Tanzimat ve Cumhuriyet insanını kuramsal düşünceler değil, birlikte yaşadıkları olaylar birbirine bağlamaktadır. Osmanlı kurumlarının teker teker çökmesi, zaten osmanlılığı olaysallaştırmış ve Osmanlı’nın özünden bağlandığı felsefi donanım ve birikimi kuramsal bir bilgi yığınına dönüştürmüştür.

yahya_kemal_beyatli_031.jpg

Yahya Kemal’in yeniliği, bu olaysallaşmış osmanlılıktan tarihsel ve estetik bir varlık bütünlüğü çıkarmaktır. Bu bağlamda, bir yandan geçmiş günceleştirilir: Yeniçeriye Gazel, Mohaç, Itrî, Bin Atlı. Bir yandan da güncelin sınırlarını -İstanbul ve İstanbul semtlerini- geçmiş belirlemektedir. Osmanlı artık bir efsanedir. Şairse bir efsane anlatıcısı. Daha doğrusu olağanüstü olayları bize aktaran kişi. Bu olağanüstü olana düşkünlük, estetikten yola çıkarak tarihsel olanı belirlemek ya da kavramağa çalışmak insan varlığını ve bu varlığın kurduğu eşya düzenini törenselleştirmektedir. Osmanlı şairlerinin herbiri, elinde meşale uzun bir koşuya, maraton yarışına çıkmış Yunan atletidir artık. Zamanını ve yerini Tanrı’nın bildiği en son ve en büyük küresel şenlik, olimpiyat oyunları düzenlenecektir bu dünyanın sonunda. İnsanoğlu da içinde her şey yok olduktan sonra ruhlara ikinci kere can verecektir Tanrı. “Ey insanlar, işte bunlar benim oyunlarım. Burada herkes yarışacak, oyunlar başlasın, hani nerede o kutsal meşale, hani nerede o Osmanlı gazel şairi, gelsin tutuştursun da şenlik ateşini oyunlar başlasın” diyecektir gerçi ya. Kaftanlı ve sarıklı osmanlı şairi pek de uygun değildir bu çağrıya. Bir elinde meşale, törene yetişeceğim diye koşarken kaftanına takılmış, elindeki meşale yere düşmüş, sarık alev almış, kaftan tutuşmuş ve şairimiz de sizlere ömür. Yünlü ya da pamuklu dokumadan kıyafetiyle Osmanlı şairi, pek öyle maraton koşmaya ya da meşale taşımaya elverişli görünmüyor. Günahı, ölümden sonraki derlenip toparlanma gününü (haşr), olimpiyat şenlikleriyle karıştıran Yahya Kemal’in boynuna:

Eslâf kapıldıkça güzelden güzele
Fer vermiş o neşve’yle gazelden gazele
Sönmez seher-i haşre kadar şi’r-i kadîm
Bir meş’aledir devredilir elden ele
[1]

Ancak Yahya Kemal, bu törenselliğin içinden olaylara bakar. Zihinsel bir şiir inşasının peşinde değildir. Kendi kâinatını oluşturan bir büyük bütünde nesnellik bağını, tarihsel olma koşuluna bağlaması da şiirini ilgi çekici kılmıştır. Sanat eseri, şair ve tarihsel varlık, birbirini çekiştiren özneler değil, gelenek adı verilen sürek nesnesini tümleyerek birbirine dönen bir kök-varlığın değişik biçimleridir.

tanpinar.jpg

Bir kuşak sonra kök-varlığın ek-varlıkla yer değiştirdiğini görüyoruz:

kökü bende bir sarmaşık
olmuş dünya sezmekteyim
mavi masmavi bir ışık
ortasında yüzmekteyim
[2]

Artık anlatılan Tanpınar’ın deyişiyle şahsi bir masal. Masalın tarihsellikle örtüşebildiği alan, ancak olay-nesnesine dönüşen bir şairin olağanüstülükleri kadardır. Kendi içinden saydamlaşan bir olaylar dizisine ek-özne olunabileceği gibi, tersi de geçerli.

Örneğin Orhan Veli de kendini olaysallaştırmağı sever İstanbul Türküsü’nde: “Bir fakir Orhan Veli;/Veli’nin oğlu;/Tarifsiz kederler içindeyim.” Orhan Veli’nin ben’i, daha anonim bir varlıktır. Halk türküsü içeriğinin kullanılması bunun doğal sonucu olsa gerek. Ancak söz konusu şiirinde “İstanbul’un orta yeri sinema” derken, Orhan Veli de dilsel aktarımın olaylara dayandırıldığını gözlemliyoruz.

Doğadaki eşya da yerli yerinde değil, içimizdeki düzen kaygısı da. Biz de olduğumuz yerde değilizdir aslında. İnsan bir buluşma durumunu yaşar bu dünyada. Şiir de bir uzlaşma arayışıdır bu bağlamda. Bu arayışı olaylarla aktardığımızda ilgi çekici bir ben ya da bir toplum ütopyası dışında negatif bir estetiği savunamayacaktır şiir. Oysa dün olduğu gibi bugün de bize gerekli olan bu. Kendi epistemolojik temellerini sürekli dışarıda arayan bir edebiyat, kuramsal dönüştürmeleriyle ilginç bulunabilir. Ancak nesnel gerçeklik kendi koşullarından bağımsız da değildir. Hümaniter hıristiyan romantizminin sorunlarını üstlenmek ideo-epistemolojik bir dönüşüme yol açmıştır. “Nerede kalmıştık” sorusuna verilen her karşılık, sonunda bir savunma edebiyatı oluşturabilmiştir. Şairin kimliği de bu edebiyatı tanımlayabildiği sürece geçerli. Ancak tanımlama, burada var olanı mitleştirmekten öteye gidemez. Çünkü ideo-epistemolojinin kendisi mitlere ve bu mitlerin olay aktarımıyla tarihselleştirilmesine dayanır. Şairin tek işi olay kopyalamaktır. Geçmiş, gelecek, şimdi ve ötesi ancak bu durumda tarihselleşebilmektedir. Daha doğrusu şair, ancak bu durumda kendini tanımlayabilmektedir. Bu, gerçekte şairin değil, daha genel bir soruna, Türkiye’deki insanın dünyayı algılama biçimine götürecektir bizi. Düşünceyi bile olaylara bölerek anlayan bir ülkenin başka türlü bir şiiri ve şairi olamıyor. Buradaki zihinsel kurguyu şiir ve dünya görüşü bağlamında şöyle birazcık deşelim.

Cahit Sıtkı Tarancı’nın olay-ben’i “Otuz Beş Yaş Şiiri”nde somutlanır: “Yaş otuz beş/Yolun yarısı eder/Dante gibi ortasındayız ömrün”. Tarancı, Hasan Ali Yücel’in başını çektiği Hümanizm düşüncesinin rehberliğinde. Bu yüzden dinî bir peygamber yerine, bir kültür peygamberinden söz ediyor Dante derken. Batılı hümanist düşüncenin temsilcisi, kökten batılı temeller üzerinde kurulacak bir kültürün simgesi Dante. Yine bu yüzden daha seküler, kırk yaşına göre daha tarafsız bir yaş ortalaması seçmiş: Otuz beş. Aslında kırk da, otuz beş de orta yaşın simgesidir. Şairin kendini özdeşleştirmek istediği dünya görüşüne göre orta yaşı simgeleyen rakam ve peygamber/bilge değişebilir de. Tek değişmeyen mantık kurgusu. Sözgelimi İsmet Özel “Cellâdıma Gülümserken”de çok ayrı bir yerde mi duruyor?

Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında
Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat
her şeyi gördüm içim rahat
gök yarıldı, çamura can verildi
linç edilmem için artık bütün deliller elde
kazandım nefretini fahişelerin
lânet ediyor bana bakireler de
Sözlerim var köprüleri geçirmez
kimseyi ateşten korumaz kelimelerim
kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına
uçtum ama uçuşum
radarlarla izlendi
gayret ettim ve sövdüm
bu da geçti polis kayıtlarına[3]

Divan Edebiyatını yakından tanıyanların bildiği bir şey: “Zaman”dan ve “zamâne”den şikayet, bu şiirin formatını oluşturuyor. Eskiden bir beyit içine sıkıştırılan bu format, açılıp bütün şiiri kaplamış. Daha doğrusu modelleştirme, bir formatın dışından başlanılarak içeriye kuruluyor. Zamanın olaylarından ve güzellerinden dert yanıyor şair. Tufan, kâinat, kırk yaş gibi fosil simgeler de buraya eklenmiş. Böylece şair müslümanlığını da katmış oluyor mu işin içine? Son peygamberin “düşünsel dönüşümüne” ilişkin bir iki bilgiciğe dönerek bu soruya tutarlı bir karşılık arayalım.

İlk Vahiy (M. 610)

“Hz. Muhammed (A.S.) kırk yaşına geldiği zaman kendisinde bazı değişiklikler görülmeye başlandı. Yanına azığını alıp Mekke yakınında Hira dağındaki mağaraya çekilir, burada yalnız başına günlerce kalır, kâinatı yaratan Allah’ın büyüklüğünü düşünürdü”.[4]

ismet özel.jpg

İsmet Özel’in de içinde yer aldığı toplumcu-gerçekçi görüşten “kâinatı yaratan Allah’ın büyüklüğünü düşünmeyi” istemek haksızlık olur. Toplumcu-gerçekçilik kâinatı yaratan Toplum’un büyüklüğünü düşünmek zorundadır. Çünkü Karl Marx’a göre toplum, her şeyin temeli, “Basis”. İnsan(lar)ın (var) oluşunu şuuru (bilinci) değil, tam tersine toplumsal (var) oluşu belirler insan şuurunu (bilincini): Es ist nicht das Bewußtsein der Menschen, das ihr Sein, sondern umgekehrt ihr gesellschaftliches Sein, das ihr Bewußtsein bestimmt.[5]

Şairi de doğrudan ilgilendiren bu toplumsal bilincin kendi var oluş öyküsündeki yansımaları. Toplum adını verdiği büyülü bir cam kürenin önünde. Olmuşu, olanları ve olacakları düşlüyor oraya bakıp. Tıpkı bir peygamber gibi kırk yaşındadır o da. Hayata yön veren olaylar gözlerinin önünden bir bir akıp gitmektedir. Tufanlar kopuyor, kâinat yeni baştan yaratılıyor, gökler yarılıyor, çamura can veriliyor. Yani şair rüya görüyor. Ama tıpkı bir peygamber gibi:

“Rüyada ne görürse aynen çıkıyor, kimsenin bilemediği ve göremediği bir çok gerçekleri apaçık görüyordu. Bu durum altı ay kadar devam etti. Yüce Allah böylece O´nu ruhen terbiye ederek peygamberliğe hazırlıyordu”.[6]

Şairin, bu “vahiy şairliğine” hazırlanışı ne kadar sürdü bilemeyiz. Ortada olan, vahiy şairliğinden kültür peygamberliğine dek, şiirdeki formatın olaylaştırılarak sunumu. Gerçi her şair ayrı bir imgelem dünyasından yola çıkıyor da. Aynı çizgide, çizginin en üst sınırını belirleyen olaysallık boyutunun içinde kalıyor söz. Bu bağlamdaki örnekler dönem, yöntem ve çevre benzerliğinin ardına takılarak çoğaltılabilir de. Bir Ataol Behramoğlu da İsmet Özel’den pek ayrı düşmeyecektir şiiriyle desem yanılmış olur muyum? Yalnız asıl soru şu: Cahit Sıtkı’yla epey zaman farkı, deneyim, düşünsel arayış ayrılığı, İslam, toplumsal falan filan derken, nasıl da birden bağlam, olaysallık olunca ortadan kalkıyor? Bu şairlerin “Birinci Yeni”, “İkinci Yeni” sonrası bir şiir için yola çıktığı bilinir. Ancak aydınlatma gereçlerinin ne olduğu pek irdelenmemiştir. Elimizde olay adlı bir meşale var. Birinci Yeni’nin İkinci Yeni’ye devrettiği bu aydınlatma gereci söz konusu şairlerimizce de olduğu gibi onaylanmış, şiiri görmek oradan ve orayla, olayla bağı olan bir herhangilik özelliğiyle başlatılmıştır. Öyleyse Birinci Yeni ve İkinci Yeni arasındaki ilişkiyi de bir gözden geçirsek fena olmaz.

Birinci Yeni gündelik hayatın ve portrelerin peşindedir. Şairanelik atılmış ama yerine nüktedanlık geçmiştir. Orhan Veli, “Oktay’a Mektuplar”dan “Kitabe-i Seng-i Mezar”a kadar uzanan olaylar dizisiyle bu tarz bir açılımı “poetik hakikat” olarak algılıyor: “Bu gece sana/Bütün sarhoşların selamı var.”; “Ve bugünlerde Melih’le ben/Aynı kızı seviyoruz.”; “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye” gibi söyleyişler olaysallığı nükte bağlamına indirgiyor.

edip cansever

İkinci Yeni şiiri, söylenenin aksine, bir karşı çıkış hareketi değildir. Birinci Yeni’ye karşı oluşturulduğu da savlanamaz. Çünkü o da birincisi gibi bir “olay şiiri”dir. Gündelik ve her zamanki’nin peşinde koşmaz gerçi. Tam tersine, her şeyi güncelleştirmeyi düşünür. Eylemi farklı durumlarına göre çekerek olaysallaştırır. Edip Cansever’in “Masa da Masaymış Ha” şiiri bu tarz bir olaysallaştırmanın en belirgin örneklerinden biri:

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını
koydu
Bakır kâseye çiçeklerini
koydu
Sütünü yumurtasını
koydu
Pencereden gelen ışığı
koydu
Bisiklet sesini, çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını
koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri
koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu
koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında

Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü
koydu
Uykusunu
koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını
koydu

Masa da masaymış ha…
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu

Yalnızca Edip Cansever’de değil, akımın diğer belli başlı şairlerinde de eylem bir soyutlama aracıdır. Bu araçsallık özelliğiyle doğal ve gündelik olaylar yerini varlıksal olaya bırakmıştır. Sözgelimi yukarıdaki şiirde “Yaşama sevinci” varlıksal köken. İnsan kendi varlığını bu kökeniyle evrende nesnelleştiriyor. Ancak bu varoluşçu bir şiirin kapılarını bize açamıyor ve açamıyacaktır da. Nedeni çok basit. Şair yine olaylara takılmıştır. İnsan varlığını olaysallaştırarak sunuyor. Bu, “düşünüyorum o halde varım” yerine, “koyuyorum/eyliyorum o halde varım” demektir. Oysa varoluşçuluğa göre insan eylemlerinden herhangi birisi ya da yalnızca eylem durumunda insan, insan varlığını tanımlamaya ve tanımaya yetmez. Zaten varoluşçuluğa kadar gelen felsefeler, insan eylemlerinden herhangi birini insan varlığının bütününe yükleyerek ve yüklemleyerek insan varlığını çökertmiş ve silmiştir.

“Masa da masaymış ha…/Bana mısın demedi bu kadar yüke”de şair tersini savlamak zorundadır. Çünkü Canseverin masası, hakikat birikimini kendisinde toplayan yansıtımsız bir ayna. İnsan, bu nesnel oluşuma/aynaya yüklenmiş bir ara-olay, katkı maddesi. Daha açıkçası “masa”nın hizmetkârı. Masa burada her şeyin bire indirgendiği öz. Materyalistlerin maddesi, metafizikçilerin ideası, panteistlerin cevheri, Edip Cansever’in de masası var. İnsan da bu öz-nesneye/objeye katkı sağladığı sürece var.

turgut uyar

Cansever’in “Masa”sına karşılık, Turgut Uyar “Gökyüzü” der. Bu kez gökyüzü her şeyi içine toplayan yansıtımsız bir aynadır. Kur’an’ın deyimiyle bir levh-i mahfuzdur/korunmuş levhadır gökyüzü. Olmuş ve olacak her şey, her olay orada yazılıdır. Hakikat birikiminin takvimidir. Bu yüzden şair, olmuş ve olacak her şeyi asıl yüzünden okumak/bilmek istediğinden sürekli göğe bakmakta, sevgilisine de sürekli göğe bakmağı önermektedir. Çünkü doğal/nesnel hakikati oluşturan olayların iç yüzü gökyüzünde yazılıdır. Daha açıkçası orada yazılı durmaktadır. Her ne kadar Kur’an levh-i mahfuz (< levhu’l-mahfûz < fî levhin mahfûzin: Sûretu’l-Burûc, Âyet: 22) için bir yer göstermese de hümaniter hıristiyan romantizminin formatlarını müslümanlaştırmak Namık Kemal’den bu yana büyük bir uğraş. Her aydınlanmacı şair gibi, Uyar da bu formatların içinden bakmak zorunda dünyaya.

GÖĞE BAKMA DURAĞI

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

Hakikatin özü aşktır. Sevgili, şaire bu özü hatırlatabildiği sürece şair gökyüzüne, hakikatin içeriğine bakabilecek, daha doğrusu dalabilecektir. Çeşitli eylemlerin içinde kendini bütünleyen bir süreç olarak aşk bir durak. Diğerleri; hırsızlar, polisler, açlar, toklar bu sürece zarar vereceğinden şair onların uyumasını istemektedir. Zaten onlar, karanlığın büyüsüyle hemen uykuya dalınca sahne/yeryüzü âşıklara kalıyor. Herkes yokken biz olan “aşk” ortaya çıkıyor. Doğallıkla bu ortaya çıkış öyküsü, ilk bakışta tasavvuf duyarlığına bağlanabilir. Ama bu duyarlık, Tanrı’nın insan kılığında yeryüzünde insanlar arasında dolaştığını söyleyen Hıristiyanlığa daha yakın. Tanrı, insana bir anı kırıntısı/réminiscence < reminiscentia: tahattur-ı mübhem olarak aşkı bırakmış, kendisi göğe çekilmiştir. “Durma kendini hatırlat/durma göğe bakalım” bu inancın içten bir anlatımı.

Ancak Cansever’in “yaşama sevinci”, Uyar’ın “aşk”ı, yani bu iki varlıksal özü olaysallaştırması Varoluşçuluk’a değil, Tanzimattan bize intikal edebildiği kadarıyla bir sufi felsefenin yeniden tüketimine neden olmuştur. Gerçekte, bu felsefenin kökleri de hümaniter hristiyan romantizmine göre formatlandırılmış, iğdiş edilmiş, gelenekten yararlanma adı altında hümanist ölçütleri temellendirmede bir kılavuz gibi gösterilmekte. Sezai Karakoç gibi bu yeniden tüketime bilinçli katılımın dışında tutulması gereken biri olsa da. Şairler olaysal düşünmekten kurtulamadığından yukarıdaki şairlerde olduğu gibi, hem kendi gelenekleri, hem de yeni felsefeler karşısında çaresizdir. Çünkü başları sıkıştığında “aşk” adını verdikleri bir mevhumeyle (sanal duygu), bir fikr-i sabitle, bir saplantıyla herşeyi açıklamaya kalkışır:

Her şey yerini aşka bırakacak
Sandalya aşka
Pencere aşka
Saint-Antoine’ın tavanı bir başka tavana doğru yürüyecek
Kapı bir başka kapıya doğru
Hiç bir şey küçüleyim demiyecek
Daha bir büyüdüğünü göreceğiz gökyüzünün
Daha bir mavi denizi
Gözlerden gözlere esmerlik halinde o aşk gidecek
En güzel şarkılarla şimdi İstanbul’a gelen o
Şimdi herhangi bir yerde bir kızın elleri ağzı onun için büyüyor.
Bir çocuk annesinin memesini onun için bırakmıyor
Saint-Antoine’ın güvercinleri
Onun için havada
Şiirde bu düzen kaygusu onun için
Bu gökyüzünün başka anlamı olamaz.

Evet Turgut Uyar’da da “bu gökyüzünün” başka bir anlamı olamayacağını görmüştük. İlhan Berk, değişiklik olsun diye sahneye, adından da anlaşılabileceği gibi, batılı bir sufi olan Saint-Antoine’ı ve kurduğu tarikatin simgesi güvercinleri sokuyor. Tıpkı Uyar gibi, Berk de eylem halinde bir süreç olarak algıladığı aşkı olaysallaştırıyor.

Turgut Uyar, bir yerde güncel olmağı, gazete dilini kullanmağı yeğlediğini söylerken insanla ilgili düşüncelerini de belirtir: “İnsan güncel bir yaratıktır. Güncel olayların şiirdeki yeri, güncelliğin genelini bulmakla bağımlıdır. Onu bulmazsam anlatamam kendimi. Güncel diyerek biraz da küçümseyerek andığımız durumlar, genelde hayatı bütünleyen mozayıklardır. Benim anlayışımda şiir, güncellikten kopamaz, kopmamalıdır. Bütün sorun bunu becerip becerememekte (…) Şiir birtakım değişiklikler gösterse de Homeros’tan bu yana aynı teknikle yazılıyor kanımca. Pek değişmeyen bir zenaattır. İşte güncellik (daha geniş anlamda çağdaşlık) burada yine geliyor gündeme.”[7]

Namık Kemal’i, Şinasi’yle birlikte şiirin Homeros’u kabul edersek söyledikleri doğru da. Gazete dilini kullanarak dili güncelleştirmeği denemişlerdi o iki yarım Homerosumuz. Başarılı da oldular hani. Türk şiiri, o gün bu gün değişmeyen bir zenaat, güncellik ve olay aktarım ustalığı. Edip Cansever de aşağı yukarı aynı tekniği benimsediğini söyler: “Şiirin amacı “bir şey’i gündeme getirmekse, aynı zamanda o şey’i gündemden ayıklamaktır da”.[8] Başarılı gazeteciler gibi tıpkı. Çarpıcı bir haber yazar ve sudaki zeytinyağı gibi üste çıkar. Yani olaysallaştırdığını, her zamanki gündemi oluşturandan ayırır ve soyutlar. Böylece aynı zamanda gündemi yönlendirmiş de olur.

Şairin dünya tasarımı, bir ideo-epistemolojik hakikatler manzûmesi. İktidar kiplerinin modifikasyonuyla/yoğaltımıyla her türlü olayı seçmekte serbest bir kurgu. Gündemi hep yönlendirmek, hep güncel olana yönelmek, tarihselliği hep kendi yaşadıkları olarak görmek zorundadır bir yerde. Olaysız bir zaman ve mekân hiç düşünemez. Olaylarla doğmuş, olaylarla büyümüş, olaylarla gelişmiş, olaylarla eğitilmiş, olaylarla yatmış ve kalkmış, olaylarla yaşamış ve olaylarla ölmüştür. Oysa bu dünyada olmak, olayların içinde olmak olayların içinde var olmak anlamına gelmiyor. İnsan varlığı bu olayların içinden sıyrılabildiği ölçüde var olabiliyor.

namık kemal

İşte “Hürriyet Kasidesi”nin ilk beyti: “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten/Çekildik izzet ü ikbâl ile bâb-ı hükûmetten”. Daha başta “biz” zamiri adı altında ideolojik bir ben meşrulaştırılacak. Dolayısıyla bu ideolojik ben’in kavram alanındaki özgürlük, vatan, osmanlılık, toplum gibi sözcükler de bu meşrûiyet davasının hizmetinde. Hükûmet erkânı gibi sırası geldiğinde kalkıp söz alır, varlığını hangi olaylara borçlu olduğunu anlatır. Vesîletü-n Necât şâiri Süleyman Çelebi de olaylar anlatmıştı bize. Ama o bir düşünceyi değil de bir kişiyi, peygamberi övmek için söylemişti şiirini. Sonunda olayların arkasını ve önünü de göstermeyi bilmiştir. Kemal’den sonraki dava şairlerinin peygamberâne fikirleri vardır. Vesiletü’n-Necât/kurtuluş vesilesi artık bu fikirler, daha doğrusu büyük mefkûrelerdir. Hepsi dava diye bir mevlîd-i şerif düzerken bu mefkûrelerinin doğumunu ve en çok da kendi varlığını kutlar, ulular. Artık şair, bir hürriyet peygamberi ve maiyeti de halktır. Cumhuriyet dönemi bize özgürlüğün bir peygamber değil, Tanrı da olabileceğini öğretti. Ataol Behramoğlu’nun ünlü dizesi “Aş bunları aş tanrılaş biraz” bu öğretinin eseridir. Hümaniter hıristiyan romantizmini üstlenmek ve içselleştirmekten başka hiç bir büyük davası olmayan bu şairler için ne gam! Hristiyanlıkta insan peygamber, peygamber de Tanrı da olabildiğine göre. Hepsi birbirine dönüşecek ve hepsi birbiriyle buluşacaktır eninde sonunda. Buluştukları yer de Namık Kemal’in edebiyat gazetesi. Bugün o güncel edebiyat denen şey.

Ancak o günün gazeteciliği henüz emekleme döneminde, kitabet ve hitabet dili arasında. Buna rağmen Namık Kemal’in söylediği her beyit, iri harfli haber başlığı. Diğer şairler ya bu başlıkların altını doldurmakta ya da bu başlıklara kıstas ve kıyas yoluyla yeni başlıklar eklemekte. Bu bağlamda, Türk şiiri iki yapraklı bir okul gazetesi. Şairlerimizi de böylece ikiye ayırmış olacağız. Baş ve son sayfada Namık Kemal’in yazdığı başlıkların altını dolduranlar, içteki iki sayfada da yeni başlıklar ekleyenler var. Türkçeyi özleştirme ve bu özleştirilmiş Türkçeyle yazma, şiirin yalnızca sözcüklerini değiştirebilmiştir. Kendisi başta nasıl kurulduysa öyle, bugün de aynı sorunlarla başbaşa. Bu sorunların farkedilebilmesi bir tanımlamanın kabul edilip edilmemesine bağlı. Tanzimat döneminde edebiyat romantik temeller üzerine kurulmuştur. Cumhuriyet dönemi de bu temeller üzerine klasik bir yapı çıkma iddiasıdır. Yine bu nedenle, Osmanlı Dönemi Türk Edebiyatının bugün için algılanması olanaksıza yakındır. Söz konusu aynı olanaksızlık Avrupa ve diğer coğrafyalardaki alan edebiyatlarını algılamada da karşımıza çıkar. Algılama derken ayrıştırmacı bir akıl uslûbu oluşumundan sözediyorum. (Bir bütün olarak her yerde ve herşeyde) Çöküş ve çözülüşün sürdüğünü ve kendi belleğini oluşturduğunu ancak buradan yola çıkarak algılayabiliriz. Zihniyet dönüşümünün de temel koşuludur bu bir bakıma. En temelde yaşadıklarımıza anlam verebilmemiz için gerekli olan da bu. Doğru ya da yanlış seçenekleriyle “onu yapma, bunu yap” mantığına bağımlı ve dünyayı bir “kategorik imperatifler âlemi” olarak ancak kavrayabilen zihinsel yapılanmanın bu türlü bir bütünlüğe ulaşması düşünülemez.


[1] Beyatlı Yahya Kemal, Rubailer ve Hayyam Rübailerini Türkçe Söyleyiş, İstanbul Fetih Cemiyeti, II. Baskı, İstanbul, 1983, s. 11.[2]Tanpınar Ahmet Hamdi, Şiirler, Yedi Tepe Yay., İstanbul, 1961, s. 7.: Burada örneklenen diğer şiir metinleri çoğunlukla merhum Mehmet Kaplan’ın Şiir Tahlilleri II adlı çalışmasından alınmıştır. Bu yazıda yalnız sözkonusu çalışma dışındaki şiir metinlerini içeren eserler belirtilmiştir.[3] Özel İsmet, Cellâdıma Gülümserken, İmge Yayınları, 1984, İstanbul, s.7.[4] Yazıcı, Seyfettin., Temel Dini Bilgiler, (Ünite III Hz. Muhammed (A.S.)’in Peygamber Oluşu ve Gizli Davet), D.İ.B., Mesleki Kitaplar 29, 11. Baskı 1994, Ankara, s. 217.[5] Karl Marx/Friedrich Engels – Werke, (Karl) Dietz Verlag, Berlin. Band 13, 7. Auflage 1971, unveraenderter Nachdruck der 1. Auflage 1961, Berlin/DDR. S. 10[6] a.g.y.[7] Uyar Turgut, Sonsuz ve Öbürü, (Hazırlayan: Tomris Uyar-Seyyit Nezir), Broy Yay., I. Basım, 1985, s. 109-111.[8] a.g.e., s. 7.

Devriye kadrosuna kattığı yeni yazarlarını tanıtıyor.

ZİKO

1972 İstanbul doğumlu yazarımız, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünden mezun oldu. Uzun yıllar özel sektörde ve çeşitli kamu kuruluşlarında çalıştı. Halen İstanbul’da bir yayınevinde editörlük görevini sürdürmektedir. Temel ilgi alanları şiir, klasik Türk Edebiyatı, underground edebiyat olan yazarımızın basıma hazır Türkiye’de Pislik Edebiyatı adlı bir incelemesi bulunmaktadır.

MUSTAFA ATİKER

1966’da Bursa’da doğdu. Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun olarak yüksek lisans öğrenimi için Almanya’ya gitti. Bamberg Üniversitesi Türkoloji Bölümü’ne sunduğu “20. Yüzyılda Edebiyat Eleştirisinin Oluşumu Üzerine” başlıklı master tezinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın edebiyat eleştirisine ilişkin görüş ve uygulamalarının felsefi tabanını, yazarın hayat kurgusuyla birlikte irdeledi (1998). Atiker’in “IIVII. Alman Doğu Bilimcileri Kongresi”nde (27 mart 2001) “Literaturkritik und Ahmet Hamdi Tanpinar” adlı bildiriyle tartışmaya açtığı bu çalışma henüz yayımlanmadı. Yurt dışında Türkoloji, yabancılar için Almanca, Arap dili ve edebiyatı, Fars dili ve edebiyatı, felsefe, androgogik alanlarında eğitim gördü. Erlangen-Nürnberg Üniversitesi Doğu Dilleri Bölümü’nde Türkçe okutmanı olarak çalışırken 2006 yılında Türkiye’ye döndü. “Denizdeki Kırlangıç” adlı deneysel anlatısının bir bölümü Mor-Taka dergisinin 1. sayısında yayımlandı (Kış-Bahar 2005). Henüz bir kitapta toplamadığı şiirleri 1990’lı yıllardan bu yana Türkiye’deki çeşitli dergilerde yayımlanıyor.

İBRAHİM ALTUNCU

1967 Ankara doğumlu yazarımız, Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Uzun yıllar reklamcılık sektöründe çalıştıktan sonra, kamuya geçti. Bu dönemde çeşitli danışmanlık ve basın müşavirliği görevlerinde bulundu. Arkadaşları ile birlikte Lodos şiir dergisini çıkardı. Şiir ve yazıları ile seyrek de olsa değişik dergilerde ve internet sitelerinde görüldü. Şairin edebiyat dışında temel ilgi alanı siyaset stratejileri ve batıni ilimlerdir.

Devriye yazı kadrosunu genişletiyor. Geçtiğimiz günlerde aramıza katılan eski Edebiyatsözlük yazarı Ziko‘nun ardından değerli şairler Mustafa Atiker ve İbrahim Altuncu da sitemizde yazmaya başlıyorlar. Devriye daha birçok değerli kalemi okurlarına sunmaya devam edecek.

 

87161.jpg

İBRAHİM ALTUNCU

Türkiye solu başlangıcından bugüne romantik-skolastik doğasını korumaya ısrarla devam ediyor. Bir anlamda modern kültürel hareketler solun ve sağın romantik tavırları ile yoğurulageldi. Her ikisi de aynanın iki tarafında duran bu akımlar edebiyatımızı da etkiledi ve şekillendirdi.

Can Yücel “seke seke” özür dilemesini bildi.

Hıristiyanlık Roma için bir kurtarıcıdır, Roma ise kilise babalarının patronajına giden bir araç. Rahip ve kralın bu kurnazca ittifakı bugünkü Avrupa’yı yarattı. “Avrupalılık ruhu” ve buna dayalı “Avrupa merkezli kültürel değerler” muazzam bir siyasi entrikadan başka bir şey değildir.

Aydınlanmacı fikirlerin doğuşu ve dünya arenasında toplumsal değişimleri hızlandırması da Türkiye solu için asla doğru anlaşılamamış bir süreçtir. Şeriatsız Hıristiyanlığın Roma hukukundan bir şeriat yaratması ve bu şeriatın bütün dünyaya Avrupa medeniyetini batılılaşma olarak sunması, modernleşmeye gidiş… Bu süreç de Türk skolastik solu tarafından tersinden anlaşılmıştır.

“Sezar’ın hakkını Sezar’a verin” âyetini temel kabul eden hukuk anlayışının/dünya görüşünün ortaya koyduğu tüm seküler değerler Avrupa’nın ruhunu oluşturur. Bu süreçte laiklik de rahip ile kralın patronaj ilişkisinin yeniden düzenlenmesinden başka bir şey değilken, ülkemiz aydını tarafından dinin hayat dışına itilmesi olarak algılanmıştır. Gerçekten de bu aydının haline ağlamak mı gülmek mi gerekir?

Bu kısa girişi Türkiye solunun anlata anlata bitiremediği Nazım Hikmet olgusu için yaptık. Peki, ne alâkası var denilirse… Şiirimizde de rahipler ile kralların mücadelesini iyi anlamak babından deriz.

Che, devrimin öznesi mi, sol romantizmin nesnesi mi?

Che, devrimin öznesi mi, sol romantizmin nesnesi mi?

Türkiye solunun tarihine girecek değiliz. Ama bu tarih, Sovyet revizyonizminin Türkiye’ye tatbik edilmesi çabasından başka bir şey değildi. Özellikle 80′lere kadar bu böyle gitti. 80′lerden sonradır ki, Türkiye’de solun kırıntı kabilinden de olsa kendi özeleştirisi içinde yeni eğilimlerin doğuşuna tanıklık ettik.

Marks ilkel toplumun eşitlikçi düzeninden söz ederken, Filistin Hıristiyanlığının komünal ruhunu imliyordu. Türkiye’de sol külliyatı hıfzetmiş zehir hafiyelerin buna hiç değinmeyişi ayrıca manidardır. “Din kitlelerin afyonudur” lafzından başka bir mottosu olmayan Türk solu bu nedenle Marks’ı anlamak kabiliyetinden mahrum kalmıştır.

Nazım Hikmet pansovyetik ülküyü hayatında ve eserlerinde yaşatmış bir şair. Birçok Avrupalı düşünürün revizyonist karakterini ilan ederek, başlangıcından beri karşı durdukları Ekim Devrimini ülkesi için yol gösterici buluyordu. Bugün yaşasaydı bu fikirlerin boşluğa düşüşü karşısında şiirini nereye evirirdi bilinmez.

Komünistlere Bir Çift Söz

Komünistler bir çift sözüm var size:
ister devlet başında olun, ister zindanda,
ister sıra neferi, ister parti kâtibi,
Lenin girebilmeli, her zaman, her mekânda
işinize, evinize, bütün ömrünüze
kendi işi, öz evi, kendi ömrüymüş gibi.

1956
(Nâzım Hikmet, Şiirler 6, sayfa 74)

Deniz, bir çağın sol tarafı sancılı çocuğu.

Deniz, bir çağın sol tarafı sancılı çocuğu.

Avrupa felsefesi İncil’in yeniden yorumlanmasından (hermenötik) başka bir şey değildir. Birçok felsefi disiplin İncil yorumcularının ortaya koydukları problemlerden doğmuştur. Bugünkü Avrupa ilan edilmemiş bir din devleti hüviyetindedir.

Bunu görmekten aciz sol entelijansiya kendi geleneklerinin hayatın dışına itilmesi hususunda cansiperane savaş vermeye devam ediyor. Bilmiyorum, ötekileşerek tarihin öznesi olma savaşı veren başka bir aydın türü var mı dünyada!

Öte yanda skolastik kafanın diğer yarı lobu olan Türk sağı da bunun antitezi olmak davasıyla bir başka fetişizmin peşine düşmüş durumda.

Asıl değinmek istediğimiz konuya dönersek… Tanzimat’tan bu yana evrilen kafanın devamı olan Nazım Hikmet, rahip ile kralın kavgasında zaman zaman kraldan yana görünüp rahiplerin eteğine; zaman zaman da rahipten yana durup kralların eteğine yapışmaktan başka bir yol bulamamıştır.

Donanma’yı isyana teşvik suçlaması ile içeri alınınca devlet başkanına yalvarmaktan geri duramaz. Bir zamanlar Mevlâna’ya şiir yazarken, bir zaman sonra Lenin’e övgüler düzer


Ustamızın Ölümü


Bir haberim var size,
telgıraf direklerinin demir saçlarını titreten bir haber.
Fakat
en büyük tehlike,
en büyük keder,
kıramaz birbirine kenetlenen kolların zincirini,
kenetlenin!
Öldü Lenin!
Yankı
Yalan!
Yalan!
Yalan!
Kemiyetten keyfiyete atlayan
yığınların rehberi ölmez.
Öl-mez,
ölemez,

yarınki sınıfsız cemiyette her yeni doğan çocuk
bulacak kendi maddesinde Lenin’in şuurunu!
Öldü büyük ustamız,
öl-dü.
Lakin arkasında kolu bağlı bırakmadı bizi.
Bize sanatın sırrını öğretip öldü.
Tamamlayacağız
şaheserimizi!

1924
(Nâzım Hikmet, Şiirler 8, sayfa 207-209)

Şair Donanma’yı isyana teşvikten içeri alınınca Mustafa Kemal Paşa’ya şu mektubu yazar:

‘Cumhur Reisi Atatürk’ün yüksek katına,
Türk ordusunu ‘isyana teşvik’ ettiğim iddiasıyle on beş yıl ağır hapis cezası giydim. Şimdi de Türk donanmasını ‘isyana teşvik etmekle’ töhmetlendiriliyorum.
Türk inkılâbına ve senin adına and içerim ki suçsuzum.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Kör değilim ve senin yaptığın her ileri dev hamlesini anlayabilen bir kafam, yurdumu seven bir yüreğim var.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Yurdumun ve inkılâpçı senin karşında alnım açıktır.
Yüksek askeri makamlar, devlet ve adalet, küçük, bürokrat, gizli rejim düşmanlarınca aldatılıyorlar.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Deli, serseri, mürteci, satılmış, inkılâp ve yurt haini değilim ki, bunu bir an olsun düşünebileyim.
Askeri isyana teşvik etmedim.
Senin eserin ve sana aziz olan Türk dilinin inanmış bir şairiyim. Sırtıma yüklenen ve yükletilecek hapis yıllarını taşıyabilecek kadar sabırlı olabilirdim. Büyük işlerinin arasında seni bir Türk şairinin felâketi ile alâkalandırmak istemezdim.
Bağışla beni. Seni bir an kendimle meşgul ettimse, alnıma vurulmak istenen bu ‘inkılâp askerini isyana teşvik’ damgasının ancak senin ellerinle silinebileceğine inandığımdandır.
Başvurabileceğim en inkılâpçı baş sensin.
Kemalizmden ve senden adalet bekliyorum.
Türk inkılâbına ve senin başına and içerim ki suçsuzum.”

(Kaynak: Çetin Yetkin, Siyasal İktidar Sanata Karşı, Bilgi Yay., 1970, s. 67.)

Bu mektup o günkü Türkiye komünistlerinin Mustafa Kemal’e dönük düşüncelerini de bir parça

Nazım, Türk solu için romantizmin bir başka nesnesi.

Nazım, Türk solu için romantizmin bir başka nesnesi.

yansıtmaktadır. Enternasyonalist kafa ihtiyaç duyulunca bir anda milliyetçiliğin arkasına sığınabilmektedir. Aslında devlet adamlarından âlicenaplık bekleme huyu Türk şairlerinin birçoğunun temel hastalıklarından biridir. Buna bir başka güzel örnek ise Can Yücel’in küfür ettiği Süleyman Demirel’den mahkeme kapılarında “seke seke” özür dilemesi gösterilebilir.

Nazım Hikmet Türk solunun en sevdiği ve önemsediği şair olmaya devam ediyor. Ama Türk solu kendi içindeki açmazları hakkında hiçbir gelişme sağlayabilmiş değil. Halen Nazım Hikmet denince gözü sulu bir romantizm ve skolastik bir tavır ile hücum etmeyi seviyor. Nazım kimdir, bu onun için çok da önemli bir husus değil, önemli olan onun sembolik değeridir.

Bu yönüyle Türk romantik ve skolastik solu laik-anti laik kavgası, Cumhuriyet yürüyüşleri, Che tutkusu, Deniz Gezmiş romantizmi gibi sembolik değerlerle ayakta durmaya çalışıyor. Kimse fikriyatın derinliklerini araştırmıyor. Sosyalizm, komünizm neydi? Marks kimdi? Marksizm’in temel kavramları ne anlama geliyordu? Bunlar Türk solu için bugün irapta mahalli olmayan konulardır, korkulur ki öyle de kalacaktır. 

Uzun zamandır pislik edebiyatı ile uğraşmak zorunda kalan Devriye misyonu bitmiş bir ortamda misyon sürdürmeye gerek kalmadığından hareketle artık edebiyat ve düşünce blogu olarak yayına devam edecektir. Pislik edebiyatı ile ruhlarındaki sefaleti perdelemeye çalışanlara artık sözümüz yok. Vicdanlar haklarındaki hükmü verecektir. Laboratuvarımızda bu mikropları inceledik ve onları süpürüp attık. Bu kadar!

Aşağıda 31 Temmuz 2007 tarihinde Ziko ile çaylaklığa alındıktan sonra yaptığımız söyleşi yer alıyor. Bir ibret belgesi olarak yayımlıyoruz. Bu söyleşi o tarihte yapıldıktan sonra yine Ziko’nun isteği üzerine yayımlanmamıştı. Bu dönemde Devriye yürüttüğü sert muhalefeti ile Sözlük yönetiminin Ziko’nun haklarını iade etmesini sağlamıştı.

Beklenen an geldi. Ziko Edebiyatsözlük’te başına gelenleri Devriye’ye anlattı. Dün gece msn yoluyla gerçekleşen görüşmenin tam metnini okurlarımıza sunuyoruz.

Merhaba Ziko. Seni tanıyabilir miyiz?

Merhaba, ben kısaca bir edebiyatseverim diye kendimi tanıtmak istiyorum.

Ziko, Devriye olarak bizi takip ediyor muydun?

Tabii. Sizin hakkınızda ilk duyuruyu da ben yapmıştım. Zevkle takip ediyorum. Bu tür sözlüklerin eleştirel takipçilerinin olması çok enteresan ve yararlı. Bir kere böyle bir şeyi düşünmek bile güzel. Sanırım ilksiniz. Daha önce hiç duymamıştım.

Teşekkürler. Bu alanda ilk olduğumuzu biliyoruz. Esasen bize gurur veren bir şey bu. Tekrar konumuza dönersek… Edebiyatsözlük’e giriş sebebiniz, nasıl oldu, anlatır mısınız?

Esasen internette bir haberi çıkmıştı, oradan gördüm. Malum edebiyat sevgimiz var.

Nasıl gidiyordu sözlük macerası?

Sözlük yeni kurulmuş. Ben de 3. nesil yazarlardandım. Gayet memnundum. 263 girdim vardı, birçok başlık açmıştım. Yani gayet memnundum. Son zamanlara kadar.

Peki ne oldu? Yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz?

Tabii ilk zamanlarda heyecanlı girdiler yazmıştım. Özellikle seçim sonuçları üzerine bayağı bir döktürdük.

Bu dönemde yazdıklarınızı izlemiştim. Hatırlıyorum, özellikle Deniz Baykal’a, CHP’ye ve Türkiye solunun tuhaflıklarına ilişkin girdilerdi bunlar.

Evet. doğrusu bunlar bana karşı bir alerji yaratmış olabilir. Bunun mükafatını da alıyordum boş girdi oylarıyla. Sağ olsunlar, benim fikirlerime yakın arkadaşların eli bir türlü hoş girdi butonuna gitmiyordu. Canları sağ olsun, dert değil.

Peki ipler neden koptu?

İpin kopuşu Mahsun Kırmızıgöz’ün aydınların Kemalist dogmalardan kopamadığına ilişkin bir başlıkta doğrudan peygamberimize hakaret içeren ifadeleri ile karşılaşınca başladı. O zaman Gölge bir karşı yazı yazdı. Ben de destekledim. Bu ara Kırmızıgöz ile mesajlaşmalar oldu. Hakaretlere uğradım, ama gene de vakur davranmayı yeğledim. Ama bu arkadaş benim negatif listeme eklendi bir kere. Takibe aldım. Baktım ki Kırmızıgöz’ün inançlara karşı tutumunda bir değişiklik yok, dahası bunun dozunu da her geçen gün artırıyor. Nihayet “din nedir” başlığı açıldı. Başlık Tolstoy’un bir kitabının adı. İlk girdiyi yazan da bunu anlatıyor. Ama bizim Kırmızıgöz sazan gibi hemen atlamış. Döşenmiş hemen. Din metafizik sigorta kurumu imiş. Hadi bunda bir şey yok. Ama arkadaş bir de bağ vermiş, dolandırıcılık maddesine. Gitmiş bu maddeye de TDK’nın tanımını koymuş. Yani otomatik olarak dinin dolandırıcılık olduğu sonucuna varıyorsunuz.

Evet biz de değinmiştik, sizin girdinizden sonra. Sütunlarımıza taşıdık. Hatta Kırmızıgöz bir ilki gerçekleştirdi, taa oradan bizimle forum oluşturmaya kalktı.

Yani baktım bu adam milleti salak sanıyor. Öyle kaba, öyle softa, öyle dengesiz bir tutum ki, kan beynime sıçradı. Mesaj attım buna. Aynen şöyle idi mesajım: “sigorta primlerini yatırmayı unutma, gün gelir işine yarar. sana konu olsun da… yani pes valla.” Bu kadar, bundan ibaret. Tabii son derece kaba, hakaretle dolu bir karşı mesaj alınca, aslında hiç sevmediğim bir şeyi yaptım. Gittim bunun girdisinin altına döşendim.

Ne yazmıştınız?

Aynen şöyle: “bir kitabın adından bile tüyleri diken diken olan yılışık zekâların cüce fikirlerini veciz ifadelerle ortaya koydukları girdi başlığı.” Altına da bunun girdisine bağ verdim. Yani kişiselleştirdim, genelden çıkardım. Hepsi bu. Bu “yılışık” kelimesini de aynen iade kabilinden kullandım. Tabii hoş değil. Ben sözlükte bunlara karşı çıkan bir insan olarak maalesef tuzağa düştüm. Ancak siz de sözlük yazarısınız. Kabul edersiniz ki insanı bazen zıvanadan çıkaracak şeyler oluyor.

Peki devamında…

Devamında beni asıl üzen şeyler başladı. Mahsun Kırmızıgöz nihayetinde sorunlu bir kafa. Takmış inancına milletin. Bundan, bu fosil zihniyetten o kadar çok var ki memlekette. Yani es geçilebilir. Sonuçta vızıltı kabilinden bir şey. Ama beni asıl üzen süreç bundan sonra başladı. Anında sistemi yönetenler benim girdimi sildiler. Hemen bir mesaj attım. Aynen şöyle: “siz bu hakaretçi adamın girdilerini niye silmiyorsunuz. benim inançlarımı aşağılamak serbest, ben karşı çıkarsam silinir, öyle mi?” bana sistemden gelen cevap ne biliyor musunuz? Aynen yazıyorum: “yorum yaptığını görüyorum onun, kişisel bir sataşma yok. sizin girdiniz direkt olarak kişiye yönelik.” Evet benim cevabım kişiye yönelik, tabii ki öyle. Doğru veya yanlış, bir insanın damarına basılmış ve tepkisini vermiş. Yani dine hakaret etmek kişisel bir şeymiş, bunu anladık bu arkadaş sayesinde. Devamında ben de aynı girdimi kinayeli bir şekilde düzelterek yeniden girdim. Şöyleydi: “bir kitabın adından bile tüyleri diken diken olan olağanüstü zekâların (!) dünya çapındaki fikirlerini veciz (!) ifadelerle ortaya koydukları girdi başlığı. (bkz: 45053 numaralı girdi)” Akabinde daha ilginç bir şey oldu. Bu girdi de silinde ve çok kısa bir süre sonra yazarlık hakkım elimden alındı. Hiçbir bildirim yapılmadan. Mesaj atarken anladım. Ve o dakikadan bu yana bu baylara bayanlara ulaşamıyorum.  yazarlıktan mahrum bırakıldım. Bu ortamın demokratik bir ortam olmadığını da anlamış oldum. Yani ben bu sözlükte bu kadar karşı çıkmışım hakarete, küfüre. Bir kere bir aşırı ifadem oluyor, hemen yazarlık hakkım alınıyor. Enteresan değil mi? Bence üzerinde çok düşünülecek bir durum. Bir facia, bir rezalet. Girip bakın sözlüğe… küfrün bini bir para girdiler var. Onlar duruyor, ama benimkiler kaldırılmış. Ben sözlükte kendi eliyle 19 civarında girdisini patlatmış bir adamım. Bazı girdilerimi kaldırmışım ki karşımdakini daha fazla üzmeyeyim. Şahitlerim var. Mesajlarım da. Karşılıklı mesajlaştığım ve atıp tutuğumuz insanlar var. Onların sayfalarından bile bazı kinayeli girdilerimi kendi elimle kaldırmışım. Bazen mesajlarımla üzdüğüm insanlar olmuştur, konuyu anlayınca açıkça özür dilemişimdir. Hiç kaçınmam, haksızsam kabul ederim, özür dilerim.

Peki bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?

Açıkçası yapacak bir şey yok. Yazarlık hakkımın en kısa sürede iade edileceğini umuyorum. Yapılan haksızlık ortada. Vermezlerse kendi tasarruflarıdır. Kendi bilecekleri iştir. Burada yazmayacağım demektir artık. Yazmak isteyene yer çok. Ama böyle güzel bir girişimin bundan yara alacağı ortada. Sözlük yöneticilerinin bunu hesaplayacaklarını düşünüyorum. Yani kısacası yazık oluyor. Bunlar doğru işler değil.

Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ediyoruz. Bu meseleyi Devriye olarak takip edeceğiz, açık yürekliliğinize ayrıca müteşekkiriz.

Ben teşekkür ederim, saygılar.

Bir süre önce Metin Demirhan ile girdiği polemikte bu ahlaksızı perişan eden eski Edebiyatsözlük yazarı ZİKO artık blogumuzda yazacak. Yeni yazarımıza hoşgeldin diyoruz. Yine kısa bir süre önce sözlükte haksız yere Olorindays tarafından çaylaklığa alınan ZİKO ile o günlerde yaptığımız ancak yayımlamaktan yine kendi isteği ile vazgeçtiğimiz röportajı yayımlama kararı aldık. ZİKO‘nun sözlükten men edilmesi de sözlüğün artık keyfi bir yönetim tarafından idare edildini gösteriyor. maalesef Edebiyatsözlük‘ün misyonu bitmiştir.

devriye hepinizin de bildiği gibi edebiyatsözlük odaklı bir blog sitesi olarak yayına geçmişti. ancak zaman zaman sözlük dışı konulara da değindik, değineceğimizi bildirdik. bu nedenle devriye sözlüğün misyonunu tamamladığının ortaya çıkması ile beraber daha farklı bir formata yönelme kararı almıştır. bunun birçok sebebi var. öncelikle edebiyatsözlük içindeki keyfi yönetim ve kokuşmuş ilişkiler bizi bu kararı almaya yöneltti. gördük ki maalesef sözlük misyonundan kopmuştur, koparılmıştır. dolayısıyla bizim burada birtakım ipsiz sapsız kişilerin reklamını yapmamız doğru olmaz. porno oyuncuları ile şeyh galib’i birarada görmeye midemiz artık dayanamaz olmuştur. bu anlayışı kabul etmemiz mümkün değildir. bizim asıl misyonumuz edebiyat aşkımızdır.  burada artık edebiyat aşkımızı, felsefe sevgimizi ortaya koyacak yazılara yer vereceğiz. edebiyatsözlük artık bizim sadece uzaktan takip ettiğimiz, güzel girdiler yazan asilerin girdilerine yer vereceğimiz bir ortamdır. bununla birlikte edebiyatsözlük içinde yazan devriye erleri işlerine devam edeceklerdir. zaman zaman sözlük içindeki yanlışlıklara müdahale edeceğiz, ama bu, sözlüğü odak alan bir anlayışla değil, edebiyat sevgimizi çevreleyen bir anlayışla ortaya konacaktır. bu minval üzere artık adımızı da, mottomuzu da değiştiriyoruz. bu yeni kararımız karşısında sevinenler, el ovuşturanlar olacaktır. ama onlara sevinmemelerini öneriyoruz. çünkü haklarında gereği yerine getirilecektir. bu arada yakında bazı asilerimiz kendi adları ile blogumuzda yazmaya başlayacaklar. bunu da bir müjde olarak veriyoruz.

devriye gece on iki şiirlerinden birini daha edebiyatsözlükçülere sunuyor. ataol‘dan geliyor bu sefer…

ben ölürsem akşamüstü ölürüm

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm 
Şehre simsiyah bir kar yağar 
Yollar kalbimle örtülür 
Parmaklarımın arasından  
Gecenin geldiğini görürüm 

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm 
Çocuklar sinemaya gider 
Yüzümü bir çiçeğe gömüp 
Ağlamak gibi isterim 
Derinden bir tren geçer 

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm 
Alıp başımı gitmek isterim 
Bir akşam bir kente girerim 
Kayısı ağaçları arasından 
Gidip denize bakarım 
Bir tiyatro seyrederim 

Ben ölürsem akşamüstü ölürüm 
Uzaktan bir bulut geçer 
Karanlık bir çocukluk bulutu 
Gerçeküstücü bir ressam 
Dünyayı değiştirmeye başlar 
Kuş sesleri, haykırışlar 
Denizin ve kırların 
Rengi birbirine karışır 

Sana bir şiir getiririm 
Sözler rüyamdan fışkırır 
Dünya bölümlere ayrılır 
Birinde bir pazar sabahı 
Birinde bir gökyüzü 
Birinde sararmış yapraklar 
Birinde bir adam 
Her şeye yeniden başlar

ataol behramoğlu

devriye yorum bölümlerine yazmak istemediğiniz, özel olarak paylaşmak istediğiniz bilgiler ya da başka bir husus nedeniyle bize ulaşmak istediğiniz haller için mail adresini açıklıyor. bu adrese iletmek istediğiniz herşeyi yazabilirsiniz. değerli maillerinizi bekliyoruz.

devriyeblog@gmail.com

devriye yeni güne nilgün marmara‘nın bir şiiriyle başlıyor. tüm edebiyatsözlükçülere…

Düşü Ne Biliyorum 

Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?

Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?

Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.

Yine de, o, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu
            düşler maketinin,
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
       Ey, iki adımlık yerküre
       Senin bütün arka bahçelerini
       gördüm ben!

devriye yeni günün ilk saatlerine yine şiirle başlıyor. akif kurtuluş’tan tüm edebiyatsözlükçülere…

kalbi kanamalı tek ben miyim

rahatda dinleyin arkadaşlar
şart mıdır bir çocuğu sevmek için yetim bırakmak

insan ilk kez kendi kanıyla nerde karşılaşırsa orda sordum bunu
orda aşkta susup yataklarda dillenen bir şehir vardı çok uzakta
kış boyu kendi kanizlerinden yürüyerek dünyadan çıkan adamlar

dünyaya biraz daha sokulmak için sahile indim
beşerli üç poşet sudakaydırmataşı aldım bir çingeneden
narindim fırlatırken, yas tuttum suya gömülen her taşa
kiralık bir sesle ağladım, bir balıkçı susuyorum sandı
zariftim mektubunu koyduğu zarfa her pulu beğenmeyen ahali kadar
bir çoğuyla şemsiyelerinin altında tanıştım, yağmur sokağı parçalayarak yağar
ben ‘aşk kararı sayıl’cak! ‘ ritmiyle yürürdüm sokaklarda
bir kaçını da yatakodalarında tanıdım
çirkin miydi iki gövdenin arasından görünmesi bir denizin
sevmedim onları, seviştim fakat aldatmadım

pas koynumda hazır bekleyen hançerin suskunluğunu fırsat bilince
gök, bende bir martının kırık kanatlarından ibaret olmaya başlayınca
aldatmamak da azaltmaz oldu göğüs kafesimdeki sızıyı

intiharı düşünüyorlardı: boş bir tabancada tetik düşürme cesareti
ormana dalıyorlardı: eski ayrılıkları hatırlama hüznü
aşık olmaya çalışıyorlardı: kalbi kanamalı tek ben miyim rahatlığı
bense yüzüm gülsün istiyordum, ama önce yüzüm tutmalıydı güllere

şart mıdır komşularıma sevgimi göstermek için bir yetime el vermek
ilk düellomda silahımı seçerken yanıtlıyorum bunu da

arabayı hazırla oğlum, forsu açma, bu kez nizamiyeden çıkacağız
bu kez metresini kuaföre gönderiyor süsü vermeden
 

akif kurtuluş

devriye sözlük’te sıtkı caney başlığında yer alan harika bir caney şiirini alıntılayarak, okurlarına sunuyor. işte o dokunaklı şiir:

hayatı özlüyoruz sayın başbakan

artık ne yalnızca bir şiiriz hiçbir kayda sığmayan
ne de gözyaşından bir nehir giderek buharlaşan
kayıt dışı birer can
karanlığa parçalanan uçsuz bucaksız birer mavi
son soluk son heyecan
ve birazdan buz tutacak kan
birazdan unutacak bu şiir de bizi
hayatı özlüyoruz sayın başbakan

görünmez kararmış bir yarayız sonsuza doğru kanayan
beynimizde boynumuzda karanlığın elleri
dizeler başına buyruk çığlıklar kaldı bize gayri safi milli hasıladan
başına buyruk çığlıklar çünkü yoktur şiirin generalleri
ne aşkın ve hakikatin sınırsızlığı ne de sonsuzluktaki insan
yok ve büyülü bir talanda yutuldu alınlarımızın terleri
hayatı özlüyoruz sayın başbakan

çağıran neydi çanakkalede düşenleri
neydi büyük ve sonsuz gönülleri çıldırtan
ya şimdi ömrümüzü kurtlar sofrasında bölüşenleri
nedir böyle azdırtan
pusuda zaman ve ölümün bütün bileşenleri
hayatı özlüyoruz sayın başbakan

bilmiyoruz gecenin kaçı ve ne kadar var sabaha
bir yüzyıl ki her yanda o metal o dijital ejderha
ve çağdaş tanrıçalara kurban edilirken sevdalılar
kim neye muhalif kim aslında iktidar

bilmiyoruz ayağa kalkar mıyız bir daha
yüreğimizi çıkarıp ortaya koyacak kadar
yeniden kanımız deli deli akar mı
öper mi şiirleri şarkılar
bir yanımız çığlık çığlık yakarırken allaha
bir yanımız çığlık çığlık intihar

bilmiyoruz mevsim gerçekten bahar mı
alır mı atıldığımız boşluklardan bizi yeni bir rüzgar
bu şiir yüzünden borsa tavan yapar mı
sarsılır mı dengeler dibe vurur mu dolar

artık ne yalnızca bir kelebeğiz yağmurlarda ıslandıkça çırpınan
ne de çaresizce özgürlüğe el çırpan
yağmalanmış birer can
birer keder yığını
son fısıltı son isyan
ve birazdan buz tutacak kan
birazdan yutacak bu zindan bizi
hayatı özlüyoruz sayın başbakan

bilmiyoruz bir daha ki bakanlar kurulu toplantısında
hayatla buluşturabilir mi bizi yepyeni bir gündem
tutuşturabilir mi yeniden içimizde küllenen ateşleri
tutuşturabilir mi ruhumuzu yeniden gözlerimizdeki nem
uyanabilir miyiz uykulardan
doğrulup yıkıntılar arasından döner mi yeniden evine ülkem

o zaman belki yaşamak fışkırır tırnakla kazdığımız kuyulardan
karışır sımsıcak kanıyla hayat belki yeni bir güne
karışır birbirine ruhlarımız tek yürek tek can
yepyeni bir şiir okunur bütün yasaların üstüne
artık aşktır özgürlüktür inançtır ayaklanan
artık ne kanımızda buz
ne karanlıkta yolumuz
hayat oluruz sayın başbakan

günümüz türk aydınının isyan ile bağlanma arasında yaşadığı yoğun metafizik gerilim, artık bu yükü taşıyamayacağını göstermektedir.

öyle ki, günümüz entelektüeli 50, 80, hatta 130 yıl önceki seleflerinin asla ve asla taşıyamayacağı bir yükün altında ezilmektedir. oysa seleflerinin böyle bir yükü de olmamıştı asla.

ne demek istiyorum…

günümüz entelijansiyası için hayat, daha damarlarında dumura uğratılmıştır. çünkü hayat evriliyor. evriliyor ve peşinden koşamayacağımız kadar büyük bir hızla bizden kaçıyor.

geçmişin sade yapılarından artık söz edilemez. bizim bildiğimiz bu hayatın içinde, bilmediğimiz trilyonlarca bağımsız hücre yeniden yeniden örgütleniyor. bu örgütlenme, her biri birinden farklı genetik bulaşmaları bizim damarlarımıza kadar taşıyabiliyor. ve bizim bundan haberimiz olmayabiliyor.

seleflerimiz için monolitik bir dünya düzeni vardı. bu düzen kendi kodlarında yeniden üretilen siyaset dengelerine sahipti. ittihat ve terakki’nin mesela, hiç düşünmek zorunda olmadığı multi politik algılar, bugün hepimizin baş belasıdır.

mikro, makro… daimi değişen bir dünyada edebiyatın da, siyasetin de bu değişimin dönüştürücü etkisinden kaçınması mümkün değil.

bu nedenlerden ötürüdür ki, 200 yıllık sefalet tarihimizin bakiyesi entelijans-politik çoktan iflas etmiştir.

ne altmışların, yetmişlerin projeci aydını ortada kalabilmiştir, ne de o muhkem projeler.

artık dünya yeni bir dünyadır. bu dünyayı algılayamayanlar için vakit çoktan geçti bile.

pekala… herkesin bahsettiği bu değişim bizi nasıl etkiliyor?

işte bu noktada yazımızın konusu olan kişinin temsil ettiği kültür-politik gündeme gelmiş oluyor.

bu yeni entelektüel için ne denirse densin, ister lumpen, ister başka bir şey… benim bildiğim şudur: eğer biz bu gelmekte olan yeni insanı şimdiden selamlayamıyorsak vay halimize! hem nasıl bir selam, eğitim sistemiyle, kültür politikasıyla, ekonomi politikasıyla… bunlar artık bizim vazgeçilmezlerimizdir.

ama biz, korkarım ki, bu vurdumduymaz halimizle 200 yıllık sefaletimizde yeni bir merhale katetmekten başka bir şey yapamayabiliriz.

çünkü seleflerimizi savuran değişim, bizi de savurmaktadır.

giderek bir gösteri toplumuna dönüşüyoruz. bu küresel değişimin kaçınılmaz sonuçlarından biridir belki. ama yönetilemez değildir. bunu yönetemeyeceğimizi kabul etmemiz iflasımızı ortaya koyacaktır. seleflerimiz de değişimi yönetememiş, ağızları açık şekilde seyretmişlerdir. biz bu avanaklara, mesela namık kemal, mesela mithat paşa, mesela abdülhak hamit tarhan hâlâ büyük adamlar diyoruz, adlarına heykeller dikiyoruz.

bereket versin ki türkiye’de enteresan yetenekleri olan bir millet dokusu var da en azından salimen yaşayıp bugünlere gelebildik.

o seleflerimiz ki, milletin beka duygusunu osmanlı’nın parçalanan coğrafyası içine hapsedip nasıl hiçbir şey olmamış gibi davrandılarsa, bugün de bu beka duygusunun sadece askeri önlemlerle yaşatılabileceğini düşünenler vardır.

bütün bir hayatın devingenliğini bu askeri önlemler ve güvenlik eksenli yaklaşımlar penceresinden algılayan demode bir devletten, şükür ki, paradigmatik değişimlerin eşiğine gelmiş bir devlet modeline geçiyoruz. evet bu uzun olacak, sıkıntılı olacak, ama iyi olacak.

analizimizin çerçevesini çizmek ve bunu seyreltilmiş bir hacim içinde kurgulamak haliyle zor ve zaten böyle küçük bir analiz yazısının sınırlarının çok ötesindedir. ama biz kısaca toparladıktan sonra reşat çalışlar olgusunu doğuran nedenler üzerine düşünelim.

nasıl 22 temmuz seçimlerinin mağlubu chp kendini hapsettiği sınırların dışına asla çıkamıyorsa, entelijansın 200 yıllık inadı da buna tekabül eden bir aymazlık tarihidir. bugün türk aydını cüzamlı bir hasta gibi her yanını kemirmektedir. ve acıdıkça daha çok sermest ve kanadıkça daha çok zelildir.

işte yukarıdaki paragrafa tekabül eden reşat çalışlar ismi bu entelijans tipin minik bir modeli olarak önümüzde durmaktadır.

reşat çalışlar bilincimizde kendi ruhumuza tutulmuş aynadan akseden büyük depremin yansılarından biridir. belki de yıkılan entelektüelin mozolesine hak edilecek bir ikonadır.

her ne kadar kendisi bir ikonacı ve bir ikonoklast ise de, bizim defterimizde çalışlar için biçtiğimiz kıymet hükmü bundan ibarettir. 200 yıllık sefaletimizin temsilcilerinden biridir sadece.

tabii bu eleştirimizi yaralayıcı bulanlar olacaktır. aslında bu analizin amacı reşat çalışlar‘ı yaralamak değil, onun şahsında, gelişen yeni dünyanın yönetilemezliğini ortaya koymaktır.

biz bu değişimi yönetemiyoruz, ama yönetmemiz gerek.

fakat bu da yanlış anlaşılmasın, toplumsal dinamiklere müdahaleden söz etmiyorum. sadece bir zekâ organizasyonundan söz ediyorum. bu zekâ organizasyonunu oluşturacak ana unsur entelijansiyanın kendisidir.

biz bu insanı kaybettiğimiz içindir ki, reşat çalışlar bir sanal oligark heykeli gibi karşımıza dikilmektedir.

aslında bizim, reşat çalışlar‘ın ruhunda aramamız gereken toplumsal dönüşümün genetik kodlarını bulamamanın kahredici sızısını duymamız gerekir.

bu dönüşümün hızı ve niceliği ne kadar göz kamaştırıcı olsa da, niteliğinin beş para etmezliği karşısında ağlamamız gerekir.

bir bozgun ordusunun payelerini göğsünde taşıyan reşat çalışlar portresinden utanmamız gerekir.

reşat çalışlar‘ın celebrity ambiyansı içinde âleme sızan heyulası karşısında ürkmemiz gerekir.

reşat çalışlar işte yukarıda bahsedilen cüzamlı, mazoşist entelijansın dünyaya serptiği tohumlardan biridir.

işte bu nedenle diyorum ki, reşat çalışlar sadece ipek ile oral ikilisinin çocuğu değildir, bu entelijansiyanın acılarla dolu tarihinin bir prematürasyonudur.

ve bu nedenle diyorum ki, reşat çalışlar acıların çocuğudur.

pazar ardışık düzen yaşayan bedenimizin kendi ahvaliyle hemhal olup nazlı nazlı edalarla birbiri ile süzüştüğü gündür.

pazar sırlarımızı gömdüğümüz gündür. çünkü sırlarımız bizim için her zaman olduklarından daha yakıcıdır o gün.

sırlarımızı gömeriz ve onlara gömülüp uyuturuz hayatımızı.

ruhumuz kendi eskatolojisine döner. çaresizdir. nice yangınlardan kurtulup gelmiştir ve nice yangınlara düçardır.

“ahh, bilseniz, ne yorgunum” demenin tadına vardığımız gündür pazar.

bugün ruhum özgür olsun. ruhumun çatışkı kaynakları dağılıp gitsin başımdan. unutmak istiyorum, unutulmak… bugün ruhum bana yeni bir şaka yapmasın. bugün ruhuma yeni elbiseler alacağım. çarşı pazar onun için dolaşacağım. nicedir ihmal ettiğim yalnızlıklarıma döneceğim. hayatın rapsodisine. ince sızıların çellistine.

ruhum benim, kollarımda cesedi taşınan soytarım benim.

ziko sözlükte süren entelektüel olgusuna ilişkin tartışmaya agresif bir yorumla katıldı. yazılanlardan ortaya çıkan sonuç ziko’nun bir karşı-aydın mı olduğu yönündeki kuşkuları artırıyor. işte ziko’nun açtığı “özde değil sözde aydın” başlığına yazdığı aydın tarifi:

“demokrasimiz için vazgeçilmez önemdeki bir paşamızın deruni anlamlar taşıyan sözünün modifiye edilmiş türevlerinden biri.

özde değil, sözde aydın türününbütünçeşitlerineheryerderastlanabilirgillerdendir. familya özellikleri aşağıda sıralanmaktadır:

1- düşünsel kabiliyetini anasından ilk doğduğu gündeki eni ve boyu itibarıyla katlamış, ancak uzamı itibarıyla ilk günkü ölçüleri aşamamıştır.
2- bir şekilde okul bitirmiş veya bitirtilmiştir.
3- hayata öcülerin kendine ilham ettiği fikr-i sabiteler çemberinden bakar.
4- aydınımızın etrafında silüetler şeklinde dolaşan insanlarca kitap yüklü eşek sanılması onu kızdırmaktadır.
5- o da etrafındaki silüetleri eşeğe kitap yükleyen hamallar sanır.
6- etrafındaki silüetlerle her nasılsa bir araya gelmesi durumunda agresifleşir.
7- bu durumda “kısa kes, aydın havası olsun!” nidasıyla sık sık karşılayabilirsiniz.
8- adamımız kadını balkabağı sanır. içini yer bitirir, dışından da tın tın ses gelir diye düşünür.
9- siyasi tercihi aklının ötesinde koşmaktadır.
10- mütehakkim öznenin süjeler dünyasındaki gezintisi bir gün elbet son bulacaktır.
11- “latince okuyan adamın arapça kemikleri”